.

Pazartesi, Ağustos 30, 2010

Ankara Arena İzlenimleri #5

                                                "El pençe divan durmak" deyimi yerinde kullanıldığında ne güzeldir.

Öncelikle söyleyeyim artık yazı dizisini iki bölüme ayırmayacağım. Biraz uzun olacak ama okumak isteyenler tek bir yazıyı okuyarak daha rahat edecektir. Ankara Arena'ya giderken dolmuşta salonu görenlerin "Burası ne ya ? Alışveriş merkezi mi yapmışlar ?" demesine artık alışık olduğumu belirterek yazıma başlayayım. Bugün dünkü tecrübelerimden ders alarak, salona girmeden önce 18 yaşından büyük biriyle anlaştım. Nedenini dünkü yazıda belirtmiştim, görevliler 18 yaşın altındaki basketbolseverleri yanında velisi olmadan salona almıyor. 2 üniversiteli genç sağ olsun yardım etti de sağ salim salona girdik.

Günün ilk maçına ilgi önceki güne göre çok daha azdı. Bunun sebebi ise belliydi; Çin ve Fildişi Sahilleri kağıt üzerinde grubun en zayıf iki takımıydı. Zaten dün salonda olan birçok Çinli seyirci de maçta yoktu. Fildişi Sahilleri'ni destekleyen 50 kişilik grubu saymazsak, biz bize güzel bir maç izledik. Güzel olmasının nedeni ise maçın son periyodunun şov havasında geçmesiydi. Hem Fildişi Sahilleri'nin harlem tarzı oynayan oyuncuları hem de sürekli hızlı hücumları düşünen Çinli oyuncular maçı enfes bir hale getirdi.

Fildişi Sahilleri, kadrosunun kısıtlı olmasının zararını gördü ve maçın sonunu iyi getiremedi. Çin cephesinde ise iki kişiye değinmek istiyorum. Birincisi turnuvanın ilk iki gününde 26'şar sayı atan Yi Jianlian. Kendisini ilk kez çıplak gözle izliyorum. Hayran kaldım desem abartmış olmam. 23 yaşındaki bir basketbolcuya göre tecrübeli ve isabetli tercihler kullanıyor sahada. Gerçi 23 yaşında olmasını şaibeli bulanlar da var. New Jersey Nets'li pivot daha şimdiden Yao Ming'in görevini üstlenmiş ve başarı ile yerine getiriyor durumda. Atletik olması kendisine çok büyük avantaj sağlıyor. Potaya yakın olarak aldığı her topu direk smaçla bitirmek istemesi pozitif bir durum. Değinmek istediğim ikinci isim Selçuk Ernak. Kendisi bildiğiniz üzere Banvit koçluğu yapmış, modern ve geniş bir vizyonu olan bir antrenör. Şansını Çin Milli Takımında deniyor Selçuk hoca. Çin kenar yönetimindeki en ateşli isim olması da Türklüğünden kaynaklanıyor sanırım.

Ankara Arena'da ikinci maç Yunanistan ile Porto Riko arasındaydı. Dün de belirttiğimiz gibi artık Türk seyirciler turnuvada iki takımı destekliyor. Birincisi Türkiye ikincisi Yunanistan'ın rakip takımı. Yunanistan'ın rakibine inanılmaz bir destek var salonda. Dün Çin bugün de Porto Riko tarihinde aldığı en büyük desteklerden birini aldı Ankara Arena'da. 8-9 bin kişiyi arkasına alan takımlar Yunanistan'a rahatlıkla diş geçirebiliyorlar. Nitekim bugün de öyle oldu, Porto Riko hakem oyunlarına kadar maçı önde götürüyordu. Bu "hakem oyunları" lafı çok yerde geçiyordu, bugün canlı şahit oldum. Hani bunu herhangi bir milliyetçilik duygusu ile veya herhangi bir Yunanistan nefreti ile söylemiyorum, kesinlikle salonda Yunanistan tutuculuğu vardı. İlk önce Porto Riko adına maçın en etkili iki adımından biri olan P.Ramos'a garip bir hücum faulle beş faul aldırılıp, oyundan atıldı. Ardından net bir savunma faulünü vermeyince sinirlenen Porto Riko kenar yönetimine kolay bir teknik faul çalındı. Ardından maçın en etkili ismi J.J Barea saçma bir faulle oyun dışına gönderildi. Yunanistan ise Spanoulis, Bourousis, Zisis üçlüsü ile faul atışlarını eksiksiz attı ve maçı kazandı. Maç sonunda Porto Riko'yu ayakta alkışlayan Ankara seyircisi büyük bir takdiri hak etti. Ayrıca maç boyunca önümde oturduğunu anlamadığım Sofoklis Schortsanitis'i ayakta iken görünce baya bir tırstım.

Günün son maçı yine Türkiye'nin maçıydı. Bu sefer rakip Avrupa temsilcisi Rusya idi. Yunanistan ile en çok taraftar grubuna sahip takım olan Rusya sadece maçta değil tribünde de bize rakip olacağını maç öncesinde gösteriyordu. Ancak yine salonu tıklım tıklım doldurmayı bilen Ankaralı basketbolseverler, sanıyorum ki Rus taraftarların seslerinin televizyonda duyulmasını engelledi. Rusya maçı bizim için turnuvadaki ilk ölçü olarak değerlendirebileceğimiz maçtı. Timofey Mozgov, Sasha Kaun ve Sergey Bykov gibi oyuncular başımızı ağrıtabilirdi. Ancak maç öncesinde öğrendiğimiz Viktor Khryapa'nın takım kadrosunda olmama haberi bizim için maça olumlu yansıdı. Zaten güçlü olan pota altı oyuncularımız daha rahat bir maç geçirebilecekti.

Maçı uzun uzun anlatmaya gerek yok, zaten Türkiye'nin %70'i izlemiştir maçı. Ancak maça direkt etki eden taraftar faktöründen bahsetmeden olmaz. Birkaç koltuk dışında, ağzına kadar dolu olan Ankara Arena turnuva ruhuna bürünmeye başlamış. Rakip takımın hücumlarını ıslıklamalar, hakemi yuhalamalar, kötü gününde olan oyuncumuzu desteklemeler(Hido) artık basketbol seyircisi olduğumuzun göstergesi. Daha önceki turnuvalara göre bu değişimin en büyük sebebi bence bilet fiyatları. Tabii bay negatif olarak eksik yönümüzü de söylemeden olmaz. Şimdiden söyleyelim ki yarın bugün yenilirsek, "bu takım çok iyiydi ağbi amaa" demeyelim. Eksiklerimizi belirtelim, Pollyannacılık yapmayalım. İki maç sonunda en büyük eksiğimiz dış şut savunması. Hem Rusya hem Fildişi Sahilleri maçında bir dolu üçlük yedik. Şut imkanlarını daha iyi değerlendiren takımlarla karşılaşınca bu durum büyük bir sorun haline gelebilir.

Günün dikkat çeken diğer olayı ise Hidayet Türkoğlu'na verilen destekti. Maçın ilk yarısında dün gibi saha içi isabet bulamayan Hido, taraftarların da gaz vermesi ile kendine biraz olsun geldi ve 6 isabetli şut attı. Günü 14 sayı ile tamamlayan Hido turnuvaya yeni ısınmaya başladı diyebiliriz. Lâkin milli basketbolcu turnuvanın ilk gününde Fildişi karşısında saha içi isabet bulamamıştı ve 4 sayıda kalmıştı. Ayrıca Hido şu ana kadar turnuvada 6/22 şut isabet yüzdesiyle oynuyor.

Gelelim yine günün konusuna. Bugün ana başlığı başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Kendisi, basketbol alanındaki temsilcisi Turgay Demirel ile birlikte bugün Ankara Arena'ya teşrif ettiler. İçlerinden "keşke gelmez olaydım." diye bir hayıflanış vardır bence. Çünkü başbakan ve ekibi salona girer girmez, yuhalama ve ıslık sesleri koptu. Gerçi kendisi bu davranışlara pek aldırış etmez gibi görünse de içinde bir burukluk vardı kanımca. Başbakanı olduğun ülkenin bir salonunda, böyle karşılanmanın elbet belirli sebepleri vardır. Geçmişi irdelemeden, siyaset yapmadan bu ince çizgiden uzaklaşıyorum. Ayrıca Hido'da maç sonunda "Başbakanımıza da çok teşekkür ediyorum." deyince yine ıslık sesleri salonda yükseldi. Yine Ukraynalı dans grubunun Türkiye - Rusya maçında gösteri yapmaması R. Tayyip Erdoğan'ın gelişi ile ilişkilendiriliyor. Herhalde başbakan bir daha hayatında basketbol salonuna uğramaz Türkiye'de.

Günün Sonuçları :

A Grubu :

Ürdün          65 - 79  Angola
Sırbistan     81 - 82  Almanya
Arjantin       74 - 72 Avustralya

B Grubu :

Slovenya    77 - 99  ABD
Hırvatistan 75 - 54  İran
Brezilya        80 - 65 Tunus

C Grubu :

Çin               83 - 73  Fildişi Sahilleri
Türkiye       65 - 56  Rusya
Porto Riko  80 - 83  Yunanistan

D Grubu :

Litvanya     70 - 68  Kanada
Lübnan       59 - 86  Fransa
İspanya     101 - 84 Yeni Zellanda

İlk 2 Günün Ardından İstatistikler :

Sayı Krallığı :

1. Kirk Penney - Yeni Zellanda  29
2. Yi Jianlian     - Çin                    26
3. Luis Scola     - Arjantin           25,5

Ribaund Krallığı :

1. Yi Jianlian         - Çin          11,5
2. Levon Kendall - Kanada  11
3. Zaid Abbas      - Ürdün     10,5

Asist Krallığı : 

1. Osama Dahgles        - Ürdün   7
2. Anton Ponkrashov  - Rusya   7
3. Ricky Rubio              - İspanya 7

Blok Krallığı :

1. Joel Anthony     - Kanada 3,5
2. Hamed Haddadi - İran        3,5
3. Salah Merji          - Tunus   3,5

Top Çalma Krallığı :

1. Ricky Rubio              - İspanya  3
2. Jermanin Anderson - Kanada  2,5
3. Sinan Güler               - Türkiye  2,5

Pazar, Ağustos 29, 2010

Ankara Arena Parke İzlenimleri #4


Ankara Arena'daki izlenimlerimi neden ikiye ayırdığımı bu postta açıklamayacağım artık, isteyenler yazı dizisinin önceki yazılarına bakabilirler. Parke izlenimlerimizin dördüncüsünü Dünya Basketbol Şampiyonası hakkında yazalım şimdi.

Günün ilk maçı Yunanistan - Çin maçıydı. Maçtan önceki beklentiler kesinlikle Yunanistan yönündeydi. İlk dakikalarda bu yöndeydi açıkçası. Çin ısrarla yapmayı bilmediği halde alan savunmasını yaptı. Sırf bu yüzden maçın başında Bourousis ve Spanoulis'ten 4 üçlük yediler. Bu nedenle maçın hemen başında fark bir anda açıldı. Ancak ilk mücadelenin kırılma noktası Yunanistan'ın aldığı teknik faul oldu. Nicolas Zisis'in yaptığı hareket, uyumakta olan Türk seyircisini uyandırdı. Zaten bilinçaltında Yunanistan'a karşı bir nefret olan Türk seyirciler bu durumla birlikte bu nefreti dışarı vurma şansı yakaladı. Bir anda salonda 7-8 bin Çin taraftarı oluştu. Belki de Çin, tarihinde almadığı desteği Ankara Arena'da aldı. Yi Jianlian'ın yaptığı smaçlara çılgınlar gibi sevinen Türkler, Çin'in geri dönüşe ön ayak oldu. Maçın bitmesine 8 dakika kala 66-65 öne geçen Çin, tecrübesizliliğin kurbanı oldu. Ayrıca salonda yankılanan "Çayna" sesi çok güzeldi bence. Çin oynadığı bu basketbolla grupta kolay havlu atmayacağını gösterdi.

Ankara Arena'daki ikinci maç Rusya - Porto Riko maçıydı. Seyirci sayısı olarak en fazla taraftara sahip olan Rusya, beklentimi tam anlamıyla karşıladı. Ne beklediysem, onu aldım Rusya'dan. Ne fazla oynadılar ne de az. Kendilerine yetecek kadar oynayıp, gerekli galibiyeti aldılar. Pota altındaki iki genç oyuncu Timofey Mozgov ve Sasha Kaun dikkat çekti. Bugünkü Türkiye maçında nasıl performans sergileyeceklerini hep birlikte göreceğiz.  Porto Riko'nun ise en büyük sorunu istek. Takıma yayılmış ruhsuzluk en negatif yönleri. Bu duruma en büyük örnek; 2.24'lük Ramos. Çin ile oynayacakları maç onlar için turnuvanın geleceği için belirleyici olacak.

Günün kapanış maçı Türkiye - Fildişi Sahilleri maçıydı. Türkiye maça beklenildiği gibi başladı. Hatta bir ara Fildişili oyuncuların yüzünde "sayı atamıyoruz, ne yapacağız." gibi bir ifade vardı.(14-0) Neyse ki şuta dayalı olarak buldukları sayılar onların açılmasına neden oldu. İkinci periyotta fark 7 sayıya indi. Ancak takımlar arasında büyük bir gömlek farkı vardı. Türkiye, parke üzerinde pek fazla bir şey koyamazken bile fark garip bir şekilde açılıyordu. Çünkü Fildişi sahada sayı atma açısından inanılmaz bir sorun yaşıyordu. Belli bir hücum setleri yoktu. Herve Lamizan(3 blok) ve Mohamad Koné'ye(2 blok) indirilen toplar üzerinde top dolaştırmaya çalışıyorlardı. Harlem havasında olan Fildişi, farkın açıldığı maçın son dakikalarında takip edilmesi gereken bir ekip.  Türkiye açısından turnuvanın ilk maçına bakacak olursak, iyi bir başlangıç oldu diyebiliriz. 39 sayılık fark büyük ihtimalle kimseyi etkilememiştir ama havalı bir başlangıç oldu sonuçta. Sırbistan'ın Angola'ya attığı 50 sayılık farktan sonra en farklı maçı izledik bugün. Bu farklı ve şov havasında geçen maç, ileriye dönük maçlarımıza kesinlikle ışık tutmaz. Dediğim gibi iyi bir açılış ve güven tazelemesi maçı oldu Fildişi.

Oyuncular bazında da kısa bir değerlendirme yaparsak, Ersan ve Sinan Güler'e dikkat çekmek lazım. Savunma direncini bu iki oyuncu inanılmaz arttırdı ve farkın bu sayılara gelmesini sağladı. Bogdan Tanjevic de bu iki oyuncuyu taraftarlara alkışlattırarak iyi bir iş yaptı.


Günün Sonuçları :

A Grubu :


Almanya     74 - 78 Arjantin
Angola        44 - 94 Sırbistan
Avustralya 76 - 75 Ürdün

B Grubu :

Tunus 56 - 80  Slovenya
ABD  106 - 78 Hırvatistan
İran      65 - 81 Brezilya

C Grubu :

Yunanistan 89 - 83 Çin
Rusya          75 - 66 Porto Riko
Türkiye        86 - 47 Fildişi Sahilleri

D Grubu :

İspanya            66 - 72 Fransa
Yeni Zellanda  79 - 92 Litvanya
Kanada             71 - 81 Lübnan

Ankara Arena İzlenimleri #4


3 günlük Efes World Cup 9 macerasından sonra bugün 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'na başladık. Ankara Arena'daki 4., Dünya Basketbol Şampiyonası'nın ilk gününe kendi adıma iyi başlayamadım. Bitti denilen çalışmaların hâlâ tam anlamıyla bitmediğini gördük.

Salon çevresindeki kaldırımların üzeri ince kum ile kaplıydı. Kaldırımlarda kum olmasının sebebi bellidir, kaldırımlar arasını doldursun diye kum atılır. Ancak fazlası daha sonra temizlenir. Bizimkiler temizleme işini unutmuşlar. Salon çevresinde oluşan görüntü hoş durmuyor maalesef.

Mutlu ve heyecanlı bir şekilde blok kapısına doğru giderken, kapıdan çevrileceğim hiç aklıma gelmezdi. Blok kapısındaki görevli, biletimi kontrol ettikten sonra içeriye giremeyeceğimi söyledi. Buna neden olarak ise yaşımın 18'in altında olmasıydı. Kurallara göre 18 yaşın altındaki kişiler, yanında sorumlu bir kişi olmadan salona giremiyordu. Bunu duyan ben hemen yetkililere doğru yol alırken, yardımsever bir hanımefendi bana büyük bir iyilikte bulundu. Beni kendi sorumluluğu altında göstererek salona giriş yapmamı sağladı. Kendisine bu iyiliği yüzünden ne kadar teşekkür etsem yetmez. Ancak bizim organize ettiğimiz işlerde elbet absürd bir durum olacaktır. Beni yaşım küçük(17) diye içeri almayan görevliler, iki kez dışarı çıkıp girdiğimde sorun çıkarmadı. Acaba ne yaptıklarını kendileri bile bilmiyor mu ?

Neyse sağ salim salona girdik. Oturduk yerimize. Aralık ayında biletimi almama rağmen en kıytırık yerden bana bilet gönderen yetkililere buradan selam gönderiyorum. Tabii koltuğumuza oturunca gönüllülerden bahsetmeden olmaz. Daha önceki yazılarımızda da yer yer belirttiğimiz koltuğa ayak koyma meselesi, büyük bir inançla devam ediyor. Ancak Yunanistan - Çin maçında, "Hellas" diye bağırarak koltuklarda tepinen Yunan taraftarlara sadece bakıldı. Garip değil mi ?

Efes World Cup'a göre çok daha enternasyonel bir turnuva olan Dünya Şampiyonası'nda, birçok ülkeden seyirciyi görme imkanımız oldu. Rusya taraftarlarına bir kez daha hayran olduk, kendileri önünde saygıyla eğiliyoruz. Ayrıca Çinli taraftarlar ve Yunanlılarda sayısı fazla olan taraftar gruplarıydı. Salonda takımına en çok destek verenler ise Yunanlılardı. Geleneksel üstlerini çıkarma seramonilerini yaptılar. Türk taraftarlarını da değinmeden geçmeyelim. Öncelikle söyleyelim, Türkler önümüzdeki 3 gün iki takımı destekleyecek. Birincisi Türkiye, ikincisi o gün Yunanistan'ın rakibi olan takım. Bunda hem Yunanistan'ın en büyük rakip olması hem de Yunanistan'ın sahada gösterdiği çirkef performans etkili.

Kaan Kural hakkında da birkaç bir şey söyleyelim. Kendisi oldukça iri ve sevimli biri. Ancak Kaan ağabeyin en önemli tarafı, kalbinin de vücudu da kadar büyük olmasıydı. Gerçekten kendisi örnek olacak, mütevazi ve alçak gönüllü bir karaktere sahip. Konuşmak isteyen herkese cevap veren, fotoğraf çektirmek isteyen kişilerin hiçbirini kırmayan biri olarak, gözümde bir kat daha büyüdü Kaan Kural.

Ankara Arena'daki seyircileri bugün övmemiz gerek. Belki bilet fiyatlarının yükselmesi, basketbol seyircisinin kalitesini arttırmış olabilir. Ancak eski alışkanlıklarımızın çoğu salonda yoktu. Birkaç grup dışında oyuncular faul atarken "oooo" sesi yapılmadı. Yani bugün bu kadar faul atışının kaçmasının sebebi seyirciler değildi. 10 bin kişi civarındaki seyircinin izlediği maçta, gürültü ile çıkan ses 140 desibeli buldu. Umarım bu anlayış turnuvanın kalan 4 gününde de devam eder.

Her zamanki gibi günün konusu da belirleyelim. Bugünkü konumuz salon içerisindeki aktiviteler. Garanti Bankası, Turkcell, Beko, NtvSpor, Adidas gibi markalar salon içerisinde birçok özel etkinlik yaptı. Garanti Bankası, her maç arasında seyircilere yönelik  aktiviteler düzenledi. Birkaç seyirci şarkılar söyledi, hediyeler aldı. Saha içinde basketbol yarışmaları yapıldı. Bazukalar ile toplar ve tişörtler atıldı. Ancak sen bunlara katıldın mı ya da hiç hediye aldın mı diye sorarsanız, bir tane hediye bile alamadım şahsen. Bu etkinliklerin devam etmesi turnuva ve organizasyon için çok olumlu.

Şimdilik Ankara Spor Salonu'nda aktaracaklarım bu kadar. Şimdi söz tekrar merkezde.

Cuma, Ağustos 27, 2010

Organizasyon Düzenlemek & Turgay Demirel


Büyük ve önemli bir organizasyona ev sahipliği yapmak, ev sahipliği yapan ülkeye birçok şey kazandırır. Getirdiği maddi gelirin yanında, o ülkenin tüm dünya ile kucaklaşma fırsatı olur bu organizasyon. Belki ev sahibi ülke, bu organizasyon ile dünyaya açılır.

Ancak bu çapta bir turnuva düzenleyecekseniz altyapınızın da yeterli düzeyde olması gerekir. Sırf sporcu altyapısı değil, kültürel olarak o spora olan yatkınlık altyapınız iyi olmalıdır. Ülkenizdeki halk, düzenleyeceğiniz organizasyon sporuna tanışık olmalı ve o spor hakkında bilinçli olmalıdır.

Basketbol ülkemizde özellikle 80'li yılların ortasından sonra gelişen ve futboldan sonra ikinci ana sporumuz haline gelen bir branş. Doğal olarak bu spora az çok milletçe yatkınız. Çoğu kişi de ucundan sapından bilir ve oynar basketbolu. O yüzden ülke halkı için altyapı oluşturmanıza gerek yoktur.

Bildiğiniz üzere 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası yarın başlıyor, Türkiye'nin dört farklı şehrinde start alıyor büyük organizasyon. Organizasyon düzenlemenin iki cephesi vardır. Birincisi organizatörler. İkinci organizasyona ilgi gösterecek kişiler. Biz organizasyona ilgi gösterecek kişiler bölümünde en azından sınıfı geçtik. Sınıfta kalanlar ise organizatörler oldu. Bunların için başta Türkiye Basketbol Federasyonu olmak üzere, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, Spor Bakanlığı ve Türkiye Cumhuriyeti var. Hepsinin suratlarına benden kocaman bir 0 geliyor. Sanırım vereceğim şu dört örnek her şeyi açıklayacaktır.

1- Antalya Sorunu : Antalya turizm ve kültür olarak bu şampiyonaya en hazır şehir olmalıydı. Ancak hem belediyeler hem de seçimler bu büyük fırsatın tepilmesine neden oldu. Değişen Antalya Belediyesi önceden kalan durumu düzeltmek için çaba göstermeyince, organizasyon Kayseri'ye uçup gitti.

2- Ankara Arena : Ankara uzun süredir modern görüntülü bir basketbol salonu yoktu -ta ki Ankara Arena yapılana kadar. Ancak bir Türk salon yaparsa ne olur ? O salon şampiyonaya bir gün kala biter tabii ki. Efes World Cup 9'u taş, toprak ve kum içerisinde izlersin. Sonra da gel IOC'den Olimpiyat Oyunları'nı iste, UEFA'dan Avrupa Şampiyonası'nı iste.

3- Açılış Töreni : Şahsen açılış törenlerini gereksiz ve sıkıcı buluyorum. Belki ondan kaynaklanıyordu diyordum -ki piyasadaki herkes benimle aynı fikirdeymiş. Cirque du Soleil dışındaki şov ve gösterilen çoğu sıkıcı ve alâkasızdı. Gerek Müslüm Gürses olsun gerek Sezen Aksu olsun Sinan Erdem Spor Salonu'nu Rumelihisar'ına çevirdi. Açılış töreni basit bir konser havasında ilerledi ve bitti. Umarım felaket gibi bir açılış töreni ile başladığımız turnuvayı iyi bitiririz.

4- Turgay Demirel*: Turgay Demirel'i sona bıraktım. Çünkü aslında her şeyin genel anlamda sorumlusu Turgay Demirel. Salonların yapılışından, açılış töreninin bu şekilde yapılmasına kadar her şey onun sorumluluğu altında. Nasıl iyi işlerde ön plana çıkmayı biliyorsa Sayın Turgay Demirel, kötü yapılan işlerde de elini taşın altına koymalı. Organizasyon bu halde ise bunun sorumlularının başında kendisi gelir. 15 günlük periyot içinde gerekli düzeltmeleri yapmak da yine kendisinin görevidir.

Frank Rijkaard'ı Anlamak


Franklin Edmundo Rijkaard, kısaca Frank Rijkaard. Hollanda Milli Takımı ile Avrupa Futbol Şampiyonası'nda yarı final görmüş, Hollanda Ligi'nde Sparta Rotherdam'ı küme düşürmüş, Barcelona ile Şampiyonlar Ligi'ni kazanmış, bahtsız Galatasaray teknik direktörü.

Rijkaard, 5 Haziran 2009 günü Galatasaray ile sözleşme imzaladığında Türk futbolunda bir devrim mi oluyor demiştik hep beraber. Total futbolun temsilcilerinden, 4-3-3 sistemini benimsemiş biri Galatasaray'ın başına gelmişti. Elbette bu devrimi yaparken bazı aksaklıklar olacaktı ancak herkes sonucun iyi olmasını bekliyordu.

Hem futbolculuk hem de antrenörlük kariyeri boyunca birçok başarı kazanan Rijkaard, Galatasaray'da gereken sistemi oluşturması için zamana ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Haksız sayılmazdı da. Eldeki kadrodan cacık bile olmazdı, acil transfer gerekiyordu. Yaptı da Galatasaray transferleri, hem de kulüp tarihine geçecek maliyetlerle.

Frank Rijkaard'ın tuvalette bile düşündüğü bu sistemi oluşturmak için adam gibi futbolcular gerekiyordu. Peki transfer edilenler Rijkaard'ın kafasında planladığı sisteme uygun oyuncular mıydı ? Daha doğrusu Rijkaard mı istemişti bu futbolcuların transfer edilmesini ? Ya bu durumda bir transfer saçmalığı var, ya da Rijkaard doğru futbolcuları seçememiş transfer döneminde. Başarısızlık için diğer bir sebep olarak da transfer edilen oyuncuların gösterdiği kötü performans denilebilir. Sizce başarısızlığın sebepleri yukarıdakilerden biri mi ? Değil mi ?

O zaman size yeni bir seçenek daha sunalım. Rijkaard gelmeden önceki kadroda yer alan oyuncular Galatasaray'ı dibe doğru çekiyor. Bunlar başta savunma bölgesinde oynayan, milli takım savunmasının bel kemiğini oluşturan savunmacılar. Servet Çetin, Emre Güngör*, Hakan Balta, Sabri Sarıoğlu, Caner Erkin*, Emre Aşık* gibi defans oyuncuları acaba takımı 446 gündür geriye götüren parçalar mı ? Galatasaray'ın uç bölgesinde Baros, Keweell, Arda gibi oyuncular ne kadar iyi oynarsa oynasın, geri dörtlü her zaman takımı paçalarından tutup aşağı çekecek midir ?

Rijkaard oynattığı sistemle neden Barcelona'da başarılı oldu ? Yine aynı sistem, aynı düşünce yapısı vardı Hollandalı teknik adamın kafasında. Çünkü futbol iyi futbolcularla oynanır. Siz saha kenarında istediğiniz kadar teknik taktik çizin, futbolcuda yetenek ve beyin yoksa hepsi boşa gider. Rijkaard kafasındaki doğru sistemi Barcelona'da uygulatmayı başardı, Galatasaray'da başaramadı. Yani Rijkaard'ın değil, takımdaki oyuncuların değişmesi gerekir. Durum bu kadar basit.

Kadıköy'den Tur Biletini Alanlar 2


Kura çekiminin şanslısı ya da şanssızı olmaz. Tur maçlarında kendi şansını kendin yaratırsın. Rakibin Avrupa'nın en büyüğü de olabilir, en basit takımı da. Fenerbahçe'nin Avrupa'da oynadığı maçların, bu tezin en büyük destekçisi olduğunu gördük.

Şampiyonlar Ligi 3. ön eleme kuralarından bir gün önce, her takımın 5 tane muhtemel rakibi belli olur. Nitekim Fenerbahçe'ye de böyle olmuştu, 5 rakip belliydi. Aykut Kocaman'a göre aralarında en uygun takım Young Boys'tu. Doğrusu ben dahil çoğu kişi aynı fikirdeydi Aykut Kocaman'la. Celtic, Unirea Urziceni gibi takımların yanında Young Boys en kolay takım olarak gözüküyordu. Dedim ya işte kuraların hiçbir belirleyici özelliği yoktur. Her şey sahada biter.

Çekilebilecek en kolay kurayı çeken Fenerbahçe, işin kolay olmayacağını daha ilk maçtan anladı. Rakip durmadan saldıran durmadan hücumu düşünen bir takımdı. Ha, savunmaları da bir o kadar kötüydü. Her maçları sanki 4-4 bitecek gibi oynuyorlardı. Dedik kura şansı yoktur, kura öncesi en kolay takım olarak görünen Young Boys, birkaç yıl öncesine kadar cehennem olarak adlandırılan Kadıköy'de elini kolunu sallaya sallaya tur biletini alıp gitti. Ufak bir hatırlatma; bir dönem Aragones'li takımın Arsenal ile oynadığı maça kadar Fenerbahçe, Şükrü Saraçoğlu'nda üst üste 18 maç kaybetmemişti. O günlerden bugünlere geldik işte.

Aziz Yıldırım, yine bir elenme hikayesini transfer ile kapatarak Mamadou Niang'ı İstanbul semalarına getirdi. Herkes Aykut Kocaman faktörünü de düşünerek, bir şans daha veriyordu takıma. Şanssız kura dedik ya, bu seferde ondan çıktı karşımıza. Muhtemel rakipler içinde en zoru çıktı diye lanse edildi herkesçe. Paok gerçekten zorlu bir rakipti. Eylül ayında Şampiyonlar Ligi mücadelesine başlayacak olan Ajax'a kök söktürmüşlerdi. Ancak Fenerbahçe, Fenerbahçe gibi oynasın geçer inancındaydı çoğu kişi. İlk maç yine karambole getirildi ve en avantajsız skorlardan biriyle İstanbul'a dönüldü. Birçok Fenerbahçe taraftarı umutluydu, sebebi; maç Kadıköy'deydi. Yani en güvenilen, can eviydi Kadıköy. Peki sonuç ne oldu dersiniz, Kadıköy'den tur bileti alanların sayısı ikiye çıktı.

Perşembe, Ağustos 26, 2010

Şampiyon Bursaspor'un Şampiyonlar Ligi Macerası


Yerel liglerde şampiyon olmanın amacı nedir ? En üst düzey Avrupa kupalarında yer alabilmektir. Yani kolay yoldan Avrupa macerasına atılabilmek için yerel liglerde şampiyonluk amaçlanır. Ancak bizim ülkemizde bu durum böyle düşünülmüyor. Şampiyon olan takım ezeli rakibini ezme aracı olarak görüyor, şampiyonluk kupasını. Benim kupalarım senin kupalarını döver hesabı yani.

Bursaspor, geçen sezon kazandığı şampiyonluk ile yerel ligdeki tüm rakiplerini dövdü. Sıra en önemli sahnede. Dünya futbolunun en üst seviyesi olan Şampiyonlar Ligi'nde boy gösterecek Bursaspor. Rakipleri ise belli oldu; Manchester United, Valencia, Rangers FC.  

Gruba şöyle bir bakınca, zor desen hiç değil, kolay desen o da değil. Orta şeker bir grup C grubu kanımca. Bursaspor iyi futbol oynarsa, şans da yanında olursa iyi işler yapablir. Kötü oynayıp, rekorları kırmaya doğru giderse, bileğinin hakkıyla dördüncü olur. Onun için Bursaspor tam dişine uygun takımları bulmuş, bu seviyede.

Manchester United ve Valencia, kendi yerel liglerinde şampiyonlar olmasalar da, grubun en büyük iki favorisi olark duruyor. Rangers FC ve Bursaspor ise şampiyon olan takımlar olarak bir adım geride şu an için. Eğer Bursaspor, Bursa'da oynanacak maçlarda iyi işler çıkarırsa 6-7 puan alabilir, bu da en azından Avrupa kupalarında devam etmek için yeterli puandır. Zaten Bursaspor'un da temel amacı grupta en azından üçüncü olmaktır. Bu da hayal olarak gözükmüyor.

Fikstüre de şöyle bir bakacak olursak;

1.Hafta :  Bursaspor - Valencia
2.Hafta :  Rangers FC - Bursaspor
3.Hafta :  Bursaspor - Manchester United
4. Hafta : Manchester United - Bursaspor
5. Hafta : Bursaspor- Rangers FC
6.Hafta : Valencia - Bursaspor

Şampiyonlar Ligi Değerlendirmesi



Bir Şampiyonlar Ligi ön elemesi daha sona erdi, futbolun en büyük organizasyonuna katılan 32 takım belli oldu. Gruplar öncesi torbalar nasıl oluştu diye sorarsanız, cevap yukarıdaki fotoğrafta. Bursaspor'un da içinde bulunduğu 6 takım, ilk kez devler sahnesinde boy gösterecek.

UEFA başkanı Michel Platini'nin yerleştirmek istediği "Şampiyonların Ligi" uygulaması yine sürpriz sonuçlar verdi. Yeni uygulamaya göre şampiyonlar kendi aralarında, şampiyon olmayan takımlar kendi aralarında karşılaşıyordu ön eleme turlarında. Böylece küçük futbol ülkelerinin şampiyonları da, Şampiyonlar Ligi'ne katılma fırsatı buluyorlardı. Uygulamanın bu sezon ki meyveleri Zilina, Kopenhag, Partizan ve Hapaoel Tel-Aviv oldu.

Yarın yapılacak kura çekimi öncesinde Bursaspor 6.890 puan ile Şampiyonlar Ligi'ne katılan takımlar içinde en düşük puana sahip takım durumda. Dezavantajlı bir vaziyet gibi gözükse de, Bursaspor şanslı bir kura çekmesi halinde iyi işler yapabilir. 1.torbada ayrım yapmak yanlış olur. O yüzden direk ikinci torbaya geçeyim. Werder Bremen - Shaktar Donetsk - Panathinaikos, Bursaspor'a daha uygun rakipler olarak düşünüyorum. Ancak bildiğiniz üzere Bursaspor taraftarlarında uzunca bir süredir Real Madrid rüyası var. Yeşil-beyazlı takımın taraftarları, Real Madrid'i Bursa'da ağırlamak istiyor. Fakat bunun faturası ağır olabilir. Çünkü 1.torbadan gelebilecek Chelsea- Man. United - Arsenal - İnter - Bayern Münih gibi rakipler, Real Madrid ile birleşirse, Bursaspor'un canına fena halde yakabilir. Üçüncü torbaya baktığımızda, Basel - Kopenhag - Spartak Moskova üçlüsünün tercih edilebilir olduğunu görüyoruz. Braga - Schalke - Tottenham üçlüsüne ise yaklaşmamak gerek.

Sallayan sallayana diyerek, ben de kendi içimden geçen grup tahminlerimi yapayım. Şunu da belirtmeden geçmeyeyim, şu ana kadar hiç grupları doğru bilmişliğim yoktur.

En Uygun Grup : AC Milan, Panathianaikos, Basel, Bursaspor.
En Can Yakabilecek Grup : Chelsea, Real Madrid, Benfica, Bursaspor.

Çarşamba, Ağustos 25, 2010

Basketbol Seyircisi Olmak


Ankara seyircisinin basketbol seyircisi olmadığını daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Bunun nedeni olarak da kulüp takımları bazında Ankara'da önemli bir organizasyonunun olmamasıydı. Ne Euroleague ne de adam gibi EuroCup maçları Ankara'da olmuyor. Yerel ligde Ankara adına başa oynayan tek takım olan Türk Telekom'un da eski gücünü kaybetmesi ile işler iyice kötüye doğru yol almıştı. O yüzden Ankara seyircisini bu durumun tek suçlusu olarak görmemek gerek.

3 gün boyunca Ankara Arena'daydım, geçtiğimiz günlerde. Gözlemlerim sonucu gördüm ki Ankara basketbol seyircisi futbol kökenli. Zaten Türk Telekom'un maçlarına apaçi Ankaragüçlüler'in gelmesi de bu durumu destekliyor.  Basketbolda faul atışlarında dünya için geçerli olan bir kültür vardır. Rakip takım ses çıkarır, garip hareketler yapar. Nedeni faul atan oyuncunun dikkatinin bozmaktır. Ev sahibi takımdan biri serbest atış kullanıyorsa, olabildiğince sessiz olunmaya çalışılır ve genellikle "şşşş" sesi salona hakim olur. Böylece oyun daha sakin bir ortamda faul atışını kullanır. Ama Ankara'daki ortam bu durumun tam tersiydi.

Ankara'daki bu olumsuz durum özellikle de faul atış yüzdeleri düşük olan oyunculara yönelikti. Ömer Aşık, serbest atış atarken salonda "ooooo" sesi hep bir ağızdan yükseliyor, Ömer eğer faulü sokarsa "bir daha" sloganı çılgınca bağırılıyordu.  Bu tür sesler oyuncu rahatlatmaz aksine üzerindeki baskıyı arttırır. Nitekim bunu da açıkça gördük. Hem Ömer Aşık, hem Hidayet Türkoğlu hem de Ender Arslan faul atışlarında büyük sıkıntı yaşadı. Dünya Şampiyonası'nda bari bu özelliğimizden vazgeçelim ha olmaz mı ?

Salı, Ağustos 24, 2010

Milli Takım ve Hidayet Türkoğlu


Maç maç değerlendirmelerimizi yeri geldiğinde yaptık. Şimdi hazırlık turnuvaları bitti ve şampiyonaya sadece 4 gün var. Neredeyse tüm çalışmalar bitmiş durumda, milli takım Ankara Arena'da son antremanlarını yapıyor. Peki 5 yıldır hedefimiz olan şampiyonaya hazır mıyız ?

2005 yılında Fransa'nın elinden 1 oy farkla aldığımız şampiyona ev sahipliğine o kadar çok sevinmiştik ki, ne yapacağımızı bilemedik. Turgay Demirel'in 2006 yılında Tokyo'da bayrağı alırken, akıllarda hep bir umut vardı. Müthiş bir organizasyon düzenleyeceğiz ve kendi düzenlediğimiz organizasyonda başarılı olacağız. 2005 yılından itibaren önümüzde uzun bir süre vardı. Takımın başında da tecrübeli ve uzun vadeli yapılaşmaları seven koç Bogdan Tanjevic vardı. Tanjevic'in ilk hedefi takımı sürekli genç tutmakt vardı. 79 ve öncesi jenerasyonunu takımda istemiyordu. O nedenle Hüseyin Beşok, Mirsad Türkcan ve Kerem Tunçeri'nin kadroda olmasına sıcak bakmıyordu. O günlerde Kerem'e yaşlı deyip, uzun vadeli planlarıma uymuyor diyen Tanjevic, bugün Kerem'i bir numaralı guardı konumuna getirdi.

İlk önce Hüseyin ile ilişkiler tamamen kesildi. 2006 Dünya Şampiyonası öncesinde NBA'de oynayan Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur vatan haini ilan edildi. Bugün herkesin bayılarak imza istediği Hidayet'i o gün ülkeye sokmamayı düşünüyorduk, milli takımdan affını istedi diye. 2006 Dünya Şampiyonası'na Tanjevic kafasında planladığı oyuncularla gitti. O zaman aynı jenerasyonun meyvesi olan Semih Erden, Hakan Demirel, Cenk Akyol ve Ersan İlyasova takımda yer alıyordu. Savaşan ve son saniyeye kadar mücadele eden bir takım oluşturulmak isteniyordu, oluşturulmuştu da. Başarılı oldu bu deneme ve dünya altıncılığı ile evimize dönmüştük. Turgay Demirel ve ekibi mutlu ve gururluydu.

Takvimler 2007 yılının Eylül ayının gösterdiğinde Eurobasket07 zamanı gelmişti. Kadroda herkesin bugünlerde ağzından düşürmediği isimler vardı. Mehmeh Okur, Kaya Peker, Mirsad Türkcan, Hidayet Türkoğlu, Ermal Kurtoğlu gibi üst düzey isimlerin hepsi aynı anda sakatlık yaşamadan kadrodaydı. Bir önceki yıl yaşanan başarıdan sonra bu kadrodan madalya bekleniyordu. Sizce madalya mı aldık ? Keşke çeyrek final oynasaydık, Litvanya ve Almanya'dan 30 sayı fark yeyip, Çek Cumhuriyeti'ni uzatmalar sonucunda yendik. 2.tur mücadelesinde oynadığımız üç maçı da kaybederek turnuvayı 16 takım içinde 12. olarak tamamladık. O gün revizyon zamanıydı.

Tanjevic'in kafasında düşünmediği isimlerin bir bir milli takım ile ilişkileri kesildi. Mirsad Türkcan, Kaya Peker ve Mehmet Okur bir nevi milli formadan ihraç edildiler. Fakat Hidayet'e dokunulmadı. Nedeni davranışları veya yaşı değildi. Takıma liderlik yapabilecek yegane oyunculardan biri olduğu için Hidayet'in tüm negatif yönleri halının altına süpürüldü ve Hido ön plana çıkarıldı. Artık yeni kahramanız ve önderimiz Hido'ydu. Şans da Hido'nun yanındaydı, NBA'de mükemmel sezonlar geçiriyordu. Türkiye'de son birkaç yılda patlayan NBA sempatizanı gençlerin idolü haline geldi Hidayet. İlk önce En Çok Gelişme Gösteren Oyuncu ödülünü aldı ardından NBA Finalleri'nde müthiş bir performans gösterdi. Bu da 30 yaşına gelen Hido'yu göklere çıkarmamızın başlıca nedeni oldu. Ancak Hido 2001 yılından sonra milli forma altında sürekli beklenilenin altında kalıyordu -ki Tanjevic döneminde bu hayal kırıklıkları en üst seviyeye vurmuştu.

2008 yılında Eurobasket09 elemeleri kadar düşmüştük, bu takım iki yıl sonra evinde Dünya Şampiyonası düzenleyecekti. Bu sırada diğer bir yaşlı oyuncumuz İbrahim Kutluay da milli formaya veda etti. Medyanında katkısıyla elemelerde kazandığımız maçlar, Olimpiyat maçıymış gibi lanse edildi. Küçük bir not vereyim bu arada, Türkiye takım sporlarında daha Olimpiyatlarda boy gösteremedi. Neyse ki Hidayet'in önderliğinde Ukrayna, Belçika ve Fransa'yı süpürdük ve Polonya'daki Avrupa Şampiyonası'na katılmaya hak kazandık.

2010'a artık bir adım kalmıştı. Dünya Şampiyonası'ndan önceki son önemli ve büyük organizasyondu. Takım Hidayet Türkoğlu önderliğinde Polonya'da iddialıydı. Kadroda Ersan, Ömer, Oğuz, Semih gibi korkutucu ve genç bir pota altı vardı. Tarihimizin en iyi başlangıcı yaparak başladık turnuvaya. Türk gibi başladık, Türk gibi bitirdik Avrupa Şampiyonası'nı. Pilimiz çeyrek finaldeki Yunanistan maçından sonra bitmişti. Ancak her şeye rağmen olumlu bir turnuva olmuştu Eurobasket09. Gelecek için -gelecek dediğim de bir yıl sonrası için- pozitif sinyalleri alabiliyorduk. Ancak takım liderimiz Hidayet'ten yine beklenen katkıyı alamıyorduk. Turnuva boyunca oynanan 9 maçta sadece 2 maçta çift haneli skorlara ulaşabilen Hido, savunma anlamında da takımı büyük bir katkı sağlayamamıştı. Takımın görülmeyen, dikkat çekilmeyen zayıf noktasıydı Hido.

Geldik 2010 yılına. Türkiye için birçok şey ifade etse de, Türk sporu için tek bir şeyi ifade ediyordu. Dünya Basketbol Şampiyonası 4 farklı şehirde 15 gün boyunca sürecek ve büyük bir heyecana sahne olacaktı. Ancak milli takım bu dev organizasyona, yıllardır beklediğimiz organizasyona hazır mı ? Bence tam anlamıyla değil, en azından sahada oynanan oyun tam olarak hazır olduğumuz göstermiyor. Ha, bu saate kadar bir takım belli başlı şeyleri oturtamamışsa sorun nerededir, yine siz cevaplarsınız. Hazırlık döneminde Sırbistan ile 2 kez olmak üzere, Litvanya, Hırvatistan, Almanya ve Arjantin ile oynadık. Toplamda 6 kez üst seviye takımlarla hazırlık maçı yaptık. Kaçını kazandık dersiniz ? Sıfır. İkisini uzatmada olmak üzere üst düzey takımlarla yaptığımız altı maçı da kaybettik. 4 tane de kendimizden düşük seviyedeki takımı ezip geçtik. Peki hazırlık maçlarındaki performanslar Dünya Şampiyonası'na birebir yansır mı ? Bence yansımaz ancak bu hazırlık maçları milli takımız hakkında bazı sinyalleri vermesi gerekirdi. Ancak daha son toplarda kime güveneceğimizi bile karar vermiş değiliz. Takımın lideri konumundaki Hidayet, hazırlık turnuvalarında ön plana çıkmadı. Acaba Hido kendini son Dünya Şampiyonası'na mı hazırlıyor ? Umarım öyledir, öyle olamasını da gönülden istiyorum. Ancak benim hem Hido hem de Milli takım için ciddi soru işaretlerim var.

Ayrıca biz çok çabuk gaza gelebilen bir milletiz. Bunun sebebi de, toplumumuzda genel olarak tebrik etme ve destekleme olgusunun eksikliğidir. Karşı taraf bir işi gerçekten iyi yapıyorsa, onu pek içten tebrik etmeyiz, genellikle burun kıvırırız. O nedenle sahaya çıkan milli takım arkasında 10 bin kişiyi bulursa her an gaza gelip, büyük işler yapabilir. Bunu oynamak istediğimiz sisteme, setlere bağlı olarak mı yaparız yoksa sürekli taarruz haliyle mi yaparız, orasını pek bilemeyeceğim.

Fenerbahçe ve Umutları


Trabzonspor - Fenerbahçe maçını, Ankara Arena'da maçta olduğum için canlı olarak izleyemedim. Daha sonra gece izlediğim görüntülerden de skoru bildiğim için fala zevk almadım. O yüzden skor yorumculuğu yapıp, ahkam kesmek istemiyorum. Fenerbahçe ile daha genel bir konuya değinmek daha doğru olur sanırım.

Fenerbahçe taraftarı Türkiye'nin en vefalı taraftarıdır. Neden mi ? Beklediğinin karşılığını ya da verdiğinin karşılığını en çok alamayan taraftardır Fenerbahçe taraftarı. Sezona üç kupa sözü ile başlanan yılda, kupa alınamadan bitirilen çok sezon görmüştür bu taraftar. Son anda yaşanılan şoklar ise yaşanılan acının üzerine sos niyetine yenilmiştir. Kulübüne en çok maddi desteği sağlayan taraftar olan Fenerbahçe taraftarı, tüm bu kötü tabloya rağmen en çok kombine alan taraftardır. Takımının Türkiye'deki en dolu tribünlere oynamasını sağlayan taraftardır Fenerbahçe taraftarı.

Her sezona bir dolu umutlarla başlayan, çoğu zaman umutların hayallere dönüştüğü bir takımdır Fenerbahçe. Zaten o vaat edilen umutlar gerçeğe dönüşürse, efsane sezon olarak akıllarda kalır. Bu sezonunda vaat edilen umutlar açısından diğer sezonlardan pek bir farkı yoktu. Bu sezon taraftarın içinden gelen Aykut Kocaman takımın başında. Fenerbahçeliliğinden şüphe edemeyeceğimiz bir futbol adamı. Ama onun da şansızlığı takım şu ana kadar çok kötü gidiyor. Avrupa kupalarında oynanan 3 maçta da galibiyet alınamadı, Süper Lig'de ise daha ikinci haftadan ilk mağlubiyet görüldü. Bu sezonun tüm umutlarının bir anda yıkılmaması için Şükrü Saraçoğlu'nda oynanacak Paok maçı çok önemli. Aykut Kocaman için çok kritik bir eşik noktası. Ya işler olumlu yönde ilerleyecek ya da karanlık dibe doğru son sürat devam edilecek.

Umutlarla etrafı örülmüş Fenebahçe taraftarı, sırf Aykut Kocaman için bu turun geçilmesini istiyor. Haksız da sayılmazlar.

Ryan Giggs Olabilmek


"Biz futbolun sahte dünyasının içindeyiz. Bu tamamen düzmece bir dünya. Bize basit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor. Ama biz sadece sistemin devam etmesi için kendini satan köleleriz. Ben sadece futbolcu Jesus Almeyda değilim. Bir insanım, bir babayım ve bir çiftçiyim. İşte bu benim. Futbolun içinde kaldığım her gün gerçek Almeyda'dan uzaklaşıp, kişiliğimi yitiriyorum." 

Not: Fotoğraf altı yazı http://jesusalmeyda.blogspot.com/ adresinden alınmıştır.

Ankara Arena Parke İzlenimleri #3


Bazı insanlar yaptığım ayırmayı garipseyebilir, onun için bir kez daha açıklama yapıyorum. Hem saha içinde hem de saha dışında, Ankara Arena'da birçok izlenim edindiğim için hem benim hem de sizin için kolaylık olsun diye böyle bir ayrım yapıyorum.

Bugün parke üzerinde oynanan oyun, diğer iki güne göre çok daha kaliteli ve keyifliydi. Belki de bunun nedeni turnuvanın üçüncü gününde karşılaşan takımların güçlerinin birbirine yakın olmasıydı. İlk iki günde maçlar hep açık ara bitmişti. İlk maça gelecek olursak, Lübnan için pozitif şeyler söylemek gerekir. Bir kere şunu kesinlikle belirtebilirim, Lübnan Kanada'dan daha iyi bir takım. Lübnan ile Kanada'nın da Dünya Şampiyonası'nda aynı grupta olduğunu söylemeden geçmeyelim. O nedenle iki takımda maça ciddi yaklaşıyordu. Lübnan devşirme oyuncularından çok iyi faydalanıyor. İçeri ve dışarı skor paylaşımını bu oyuncular üzerinden çok iyi bir şekilde dağıtıyorlar. Şampiyonadaki gruplarda ilk 4 yaparlar mı derseniz, bence zor. Ancak takımın başında koç olarak Tab Baldwin varsa, kesin bir şey söylememek lazım.

Kanada için söylenecek çok fazla şey yok. Aynı tas aynı hamam. Takım liderinin Joel Anhony olduğu bir takımdan en fazla ne beklenebilir ki zaten. Yan parçalardan destek alamıyor Kanada. Famutimi ve Anderson gerekli skor katkısını yapmayınca, zaten savunma yapmayan takımın iyice direnci düşüyor. Şuta dayalı oyunlarında günlerinde olurlarsa, bir ritm tutturuyorlar ama maçı kazanmak için yeterli midir bu ritm derseniz, kesinlikle hayır.

Günün ikinci, turnuvanın en önemli maçına gelirsek, salondaki mükemmel atmosferi atlamadan başlamayalım. 10 bin kişiye yakın seyirci üstüne düşen görevi yaptı. Milli takım üzerine düşeni yaptı mı diye sorarsanız, bir yere kadar yaptı derim. Andreas Nocioni ve bir noktadan sonra Luis Scola'sız Arjantin'i 14 sayı fark yakalamışken yenmek gerekirdi. Hem de arkanızda seyirciniz varken bu farkı daha da açmanız beklenirdi sizden 12 Dev Adam. İşler bizim değil Carlos Delfino'nun istediği şekilde yürüdü. NBA'de top çıkarma konusunda en güvenilir isimlerden biri olan Hidayet, 5 saniye hatası yaptı. Çok kolay bir setten çok kolay bir sayı yedik ve maçı kendi elimizle uzatmalara götürdük.

Amatörce yaptığımız hatalardan dolayı bir maçı daha kaybettik. Böylece 2 Sırbistan maçı, Litvanya, Hırvatistan, Almanya ve Arjantin maçlarını kaybederek olumlu sinyaller vermedik. Ha, bu zamanda eksikleri görme maçı mı olur derseniz, işte orada sus pus oturur kalırım.

Kendi gözlemlerim sonucu seçtiğim ödüllere de göz atmak gerekirse;

Turnuvanın Yıldızı : Carlos Delfino
Turnuvanın İlk Beşi : Rony Fahed, Olu Famutimi, Carlos Delfino, Matt Freije, Ömer Aşık.
Çıkış Yapan Oyuncu : Jackson Vroman.
Hayal Kırıklığı Yaratan Oyuncu : Hidayet Türkoğlu & Joel Anhony.
Sürpriz Oyuncu : Ramon Gonzalez.

Ankara Arena İzlenimleri #3


Bugün hem parkede oynanan oyun anlamında hem de salondaki genel hava bakımından daha olumlu bir ortam vardı. Lübnan - Kanada maçında kabaca söylersem 250 kişi ya var ya yoktu. Olanlarda maç ile ilgileniyor muydu diye sorarsanız, şüpheli yaklaşırım. Şahsen ben bile bazı bölümlerde, canlı yayını olmayan maçtan sıkıldım. Ancak günün ikinci maçı için mükemmel bir ortam vardı. Salonda çok az boş yer vardı. İlk iki gün ki eleştirilerimi sanki Ankara seyircisi duymuştu.

İlk maç için salonda çok sıcak bir ortam vardı. Maçın anonsörü değişik ve İngilizce aksanı olan biriydi. Makineli tüfek gibi yüksek desibelde yapılan anonsörlükten çok daha keyifliydi. Az sayıdaki seyircinin birçok yerde gülmesini sağladı kendisi.

Efes Pilsen organizasyonun sponsoru olarak her maçın devre arasında hediye dağıtımı yapıyor. Ne şansızlık ki 12 kere yapılan bu hediye dağıtımında bir kere tişört alamadım. Bazuka ve gerilen iplerle atılan tişörtlerden birçok kişi ikişer üçer tane alırken ben sap gibi kaldım üç gün boyunca.


İlk iki gün yazdıklarımı sanırım birileri okumuş ki bugün için daha sıkı bir güvenlik vardı. Hem gönüllüler hem de güvenlikler daha ilgiliydi. Tabii benim yazdıklarımı yanlış anlayanlar da olmuş. Onun için bir düzeltme yapalım. Benim eleştirdiğim nokta; gönüllülerin işini yapıp yapmadığı konusu değildi, gönüllü sayısının gereğinden fazla olmasıydı.

Evet dediğimiz gibi aksaklıklar gün geçtikçe gideriliyor. Zaten bu tür organizasyonlarda eksiklerin görülmesi için düzenleniyor. En azından bugün hiçbir teknik aksaklık yaşanmadı. Umarım bu teknik işler ve inşaatlar turnuvaya kadar düzenli bir şekilde biter.

Dediğim gibi bugün çok daha pozitif bir gündü. Hep eleştirdiğimiz seyircinin de hakkını vermek lazım. Avrupa seyircisi olma yolunda, bugün ki görünüm çok önemli. Yaklaşık 10 bin kişi doğru yerlerde maça etki yaptı.

Gelelim yine günün konusuna. Meğer yazı dizisinin başlığı yanlışmış. Yeni yapılan salonun adı Ankara Spor Salonu'ymuş. Yani herkesin dilinde dolaşan Ankara Arena lafı aslında yalanmış. Nedenini sorarsanız, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü Arena ismini yabancı bulmuş. O nedenle salonun isminde değişiliğe gidilmiş. Sanki Ankara'daki bütün spor yerlerinin adı Türkçe'ymiş gibi garip bir işe de el atmış GSİM. Hani salonun ismini değiştirerek, Türkçe'nin korunumuna katkıda mı bulunmuş oluyorlar, sorarım size.

Şimdilik Efes World Cup 9 bitti. 4 gün sonra Dünya Şampiyonası ile tekrar buluşacağız. O zamana dek kendinize iyi bakın.

Pazartesi, Ağustos 23, 2010

Telaffuz Önemlidir


Rahmetli Barış Manço'nun bir özelliğini çok severdim. Gittiği ülkelerdeki yerel halka, o bölgenin diliyle seslenirdi. Manço'nun ağzından çıkan yerel dil ifadelerini duyan halk mutlu olur ve misafirlere daha sıcak davranırdı. Yani birkaç kelime söylemeniz için bir dili bilmenize gerek yoktur, kısa bir yardımın ardında kolayca iletişim kurabilirsiniz. Bu kadar dersin ardından konumuza geçelim.

Bildiğiniz üzere 30 yıl öncesinde çok az sayıda yabancı sporcu gelirdi ülkemize. Gerek futbol gerekse basketbol branşlarında, takımlardaki yabancı sayısı ikiyi geçmezdi. O nedenle ki takımların neredeyse tüm taraftarları bu yabancılarla içli dışlı olurdu. Onları kendilerinden biri olarak sayardı. Herkes takıma katılan bu yabancıların adını ezbere bilir, onlarla yakın ilişkiler kurardı. Takvimler 90'lı yılların ortasını gösterdikten sonra ne yazık ki bu durum değişmeye başladı. Ülkemize gelen yabancı sayısı her alanda arttı. Artık kim gelir, kim gider bilmez oldu taraftar. Günde 2 yabancı oyuncu gelip, 3 yabancı oyuncu takımdan gönderilir bir duruma gelmiştik. Haliyle taraftarlarda bu yabancıları tanımak da zorluk çekiyordu. O yüzden taraftarın sahadaki sporcunun adını söyleme de zorluk çekmesi anlaşılabilir. Fakaaaat ! Televizyonda, radyoda spikerlik, muhabirlik, yorumculuk yapan kişilerin bu oyuncuların isimlerini bilmeme, yanlış söyleme hakkı yoktur. Ha bir olur, iki olur bu yanlış söylemler. Diliniz sürçer, kabul edilebilir bir durumdur. Ama siz bu yabancı sporcuların isimlerini inatla öğrenmemek için mücadele ederseniz, işte bu olmaz.

Geçtiğimiz yıllarda bir "Aurelio" vakası vardı. Kimileri "Orelyo" kimileri "A-u-re-lio" derdi. Doğru söyleniş ikincisi olacak. Ancak yıllar boyu bu telaffuz sorunu sürüp gitti. Neyse ki Marco-Mehmet Aurelio Türkiye'den ayrıldı, bu telaffuz sorunu rafa kaldırıldı. Fakat gündemimizde yeni bir telaffuz sorunu var. Miroslav Stoch. Saygıdeğer spor adamlarımız 5 harflik soyadı halde hale soktular. Yok "Skoç", yok "Stoç", yok "Sçoh" yok "Shotç". Bir türlü doğru telaffuz edemedi bazı yorumcularımız cânım ismi. Doğru söylemi Miroslav "Stoh" şeklinde olacak. Ne yazık ki eşek yükü ile para kazanan bazı kişiler, küçük ama önemli ayrıntılara dikkat edecek kadar nezakette bulunmuyor.

Ankara Arena Parke İzlenimleri #2


Dün de belirtiğim gibi sahada oynanan oyunla ilgili görüşlerimi, saha dışındaki olaylarla ilgili görüşlerimi ayırmıştım. Bunun sebebi olarak da Ankara Arena'da fazla zaman geçirmem ve birçok izlenim edinmemdi. Bugünlük yazımı biraz kısa tutacağım. Çünkü Lübnan - Arjantin maçını ilk periyodu dışında izlemedim. Salonda yaşanan teknik arızalar nedeniyle, salonda birçok kişi sıkıldı ve salondan dışarı çıktı. Bunların arasında ben de vardım. Dışarı çıkayım bir yemek yiyeyim derken döndüğümde maç bitmişti. Lübnan - Arjantin maçının skorunu ancak eve geldiğimde öğrendim : 82-89. O nedenle skora göre yorum yapmak istemiyorum. Sadece genel bir Arjantin toparlaması yapayım diyorum, önemli bir maç olan Türkiye - Arjantin maçı öncesinde. Arjantin'in de çok iyi bir takım havası var. Koç Sergio Hernandez dahil herkesin yüzü gülüyor. Takım her an için eğleniyor, şakalaşıyor. Hatta Fabricio Oberto ve Carlos Delfino, 24 saniye cihazının bozulması nedeniyle doğan arada 1'e 1 maç yaptı. Bakalım bu mutluluk ve eğlence havası yarın Türkiye önünde de devam edecek mi, ben rakiplerini küçümsedikleri için böyle davrandıklarını düşünüyorum.

Türkiye - Kanada maçında için ilk önce Kanada'yı değerlendirelim. Kuzey Amerika temsilcisi tam bir mahalle takımı görüntüsünde. Eğer hava yakalarsa, Arjantin'i de zorlarlar, İspanya'yı da. Ancak fark 15'e çıkarsa, Fildişi Sahilleri'nden bile 40 sayı yiyecek bir takım görüntüsünde Kanada. Maçtan çok çabuk kopabilecek bir takım kimyası var, bu da gerçekten çok olumsuz bir durum. Bireysel performanslarla bir yerlere gelmeleri çok zor, grup aşamasında çok zorlanacaklar kanımca.

Türkiye için yine diyecek çok bir şey yok. Olumsuz hava yaratmak istemem ama bu farklı galibiyetlerin Türkiye'yi bir arpa boyu ileri götürdüğüne inanmıyorum. Öncelikle daha tam olarak ne oynadığımız, ilk beşimizin ne olduğu belli değil. Bir gün Oğuz Savaş 30 dakika oynuyor, ertesi gün 5 dakika. Ömer Aşık bu takımın tercih edilecek ilk pivotu. Ömer'i ilk beş başlatarak takımlara ilk dakikadan darbeyi vurabiliriz. Ayrıca hücum ribaundlarında inanılmaz bir problem yaşıyoruz. Sahada Ömer Aşık ve Semih Erden'in olduğu bölümlerde bile bu sıkıntıyı yaşadık. Bir an önce bu sorun çözülmeli.

Herkes yarın ki Arjantin maçının önemli bir sınav olduğunu söylüyor. Doğrudur önemli bir maç Arjantin maçı ancak bizim eksiklerimizi görmemizi sağlar mı derseniz, soru işaretlerim var. Daha doğrusu Dünya Şampiyona'sının başlamasına 5 gün kala eksiklerimizi yeni göreceksek, bizim çok büyük problemlerimiz var demektir.

Ankara Arena İzlenimleri #2


Dünkü salon kapılarının geç açılma olayından sonra bugün Ankara Arena'ya biraz geç gittim. 17:00 gibi oradaydım ve ortalığın biraz derli toplu olduğunu gördüm. En azından artık traktörler ve kamyonlar çalışmıyordu salon çevresinde. Ancak hâlâ inşaat taşları ve kumları ortalığa saçılmış halde duruyordu. Sanırım tadilatlar ve inşaatlar Dünya Şampiyonası'nın başlamasına birkaç gün kala bitmiş olacak. 1-2 ay önceden tüm çalışmaları bitirsek olmaz, millet olarak her işi yumurta kapıya dayanınca yapıyoruz.

Salona girişte bugün problem yaşadım. Herkes turnikelerden takır takır geçerken, ben her geçişimde sorun yaşadım -ki bugün salona iki kere giriş yaptım. Bunun sebebi de kemerimdeki metal parçaydı. Yani demek istediğim güvenlik üst seviyede salonda. Taraftarlardan çok güvenlik görevlileri ve gönüllüler var. Ancak bir şeye yarıyorlar mı diye sorarsanız, kesinlikle hayır derim. Benim biletim pota arkasında, şu ana kadar 4 maçın 3'ünü biletimin olmadığı yerlerden izledim. Yani elimi kolumu sallaya sallaya istediğim koltuğa oturabiliyorum - ki her blok kapısında biletleri kontrol eden en az 2 kişi var. Ama gelin görün ki ayağınızı ön sıradaki koltuğa koyduğunuz an bir görevli kafanızda bitiyor ve sizi uyarıyor.

Ayrıca salonda yüksek desilbelde ses çıkaran alet kullanmak yasak. Bu yasağın uygulanışına canlı olarak şahit oldum. Yanımdaki seyirci, taraftar düdüğü diyebileceğimiz aleti çalarken özel güvenlikten sert bir uyarı geldi ve düdük elinden alındı. Bu karar tabii ki FIBA'nın kararı idi ama bu yasağın uygulanışı daha kibarca yapılabilirdi. Özel güvenlik yine sınıfta kaldı anlayacağınız.

Macar şov grubu Face Team'e dün değinmiştim. Bugün yine aynı şovlarını yaptılar. Kombine bilet alan yüzlerce kişi artık bu basit şovları izlemekten sıkıldı gerçekten. Hani şovlar üst seviyede olsa, her gün heyecanla izleyelim diyeceğim. Tramboline basarak yapılan smaçlar artık gösteri dünyasındaki yerini yavaş yavaş kaybediyor kanımca.

Taraftar hakkında da birkaç kelam etmek istiyorum. Hemen belirtelim ki, Ankara seyircisi yıl boyunca yüksek kalitede basketbol maçı çok az seyrediyor. Ankara'da ne Euroleague maçı var ne de adam gibi EuroCup. Türk Telekom'un da ligde başa oynamamasından dolayı salondaki taraftarların pek basketbol taraftarları olduğunu söyleyemem. En basit örnek olarak bir oyuncu serbest atış kullanırken "ooooo" sesini yapmak basketbolcuya olumlu etki yapmaz. Aksine onu heyecanlandırır ve üzerindeki baskıyı arttırır. Birçok seyirci bunun farkında bile olmadan, gaza gelmiş bir şekilde "ooooo" diyor, ne diyelim her şey zamanla oluşacak. Ayrıca salonda bir taraftar bütünlüğü yok. Herkes başına buyruk, bakıyorsunuz pota arkasından bir adam "kırmızı" diye bağırıyor. Ona karşılık 10 kişi beyaz diyor ve tezahürat bitiyor. Şahsen ben bu "kırmızı-beyaaz" olayına karşıyım. Takıma ve sahada oynanan oyuna hiçbir olumlu katkı yapmıyor. Bu eski alışkanlıklarımız yerine pozisyonlar üzerinden takıma destek versek ve hakemi etkilersek daha iyi taraftarlık yapmış oluruz bence.

Gelelim asıl konuya. Yeni yapılmış, her cihazı test edilmiş, sıfırdan kablolar ile kurulmuş olan teknik bir salon Ankara Arena, diye biliyordum. Ancak bugün gördüklerim beni şaşkınlığa uğrattı. Ulusal marşlar okunduktan sonra Lübnan - Arjantin başladı, başlamaz olaydı. Daha ilk iki dakika içerisinde 24 saniye cihazı gitti. Ha tamam oldu, hadi devam edelim derken 5 dakika içinde bir daha gitti. İlk periyot yarım yamalak tamamlandı ki, cihaz bu sefer tamamen gitti. Salondaki birçok kişi bu olaydan sıkıldı, salondan dışarı çıktı -ki bunların içinde biz de vardık. Arjantinli oyuncuların yüzlerinde "nereden geldik buraya yahu" gibi ifadeler vardı. Hatta Oberto ve Delfino işi dalgaya vurdu, ısınma sırasında 1'e 1 maç yaptı. 5 gün sonra Dünya Şampiyona'sı düzenleyecek bir salona bu durum hiç mi hiç yakışmadı.

Şimdilik Ankara Arena'dan aktaracaklarım bu kadar. Söz tekrar merkez stüdyolarımızda.

Pazar, Ağustos 22, 2010

Ankara Arena Parke İzlenimleri #1


Saat 15:00'de ulaştığım Ankara Arena'dan akşam 23:00'de ayrıldım. Yani tam tamına 8 saat boyunca yeni salonun içinde kaldım. Böyle olunca da izlenimlerimi ikiye ayırmak gerekiyor. Dünya Şampiyonası'nı düşününce bu sürenin daha da artacağını düşünürsek, böyle bir oluşuma gitmenin daha doğru olduğu kanısındayım.

İlk yazımızda beklentileri aşan ve hayal kırıklığı yaratan takımlar olarak iki ayrı grup şeklinde ekipleri değerlendirelim. İlk maç Kanada - Arjantin arasındaydı. Arjantinli oyuncular antremana gelseler, bu kadar rahat davranmazlardı. Hatta biz Arjantin otobüsünden inen takıma bakarken Luis Scola yoktu. Daha sonradan öğrendim ki Bay Scola özel arabayla salona ulaşmış. Rahatlık bu seviyede anlayacağınız. Güle oynaya sahaya çıkan Arjantin maçın ilk yarısında adeta duvara çarptı. Sert ve dirençli bir Kananda ile karşılaştılar -ki Yunanistan'dan 74 sayı fark yiyen Kanada'dan bunu beklemiyorlardı. Hafif asık suratlarla soyunma odasına giden Arjantin takımı ikinci yarıda gücünü gösterdi. Özellikle Luis Scola ve Carlos Delfino maça ağırlığını koydu. Ancak bu ağırlığa Kanada iyi bir karşılık verdi ve üçüncü çeyrekte üstünlüğü kaybetmedi. Son periyotta ise Carlos Delfino şov vardı. Koç Sergio Hernandez'in hazırladığı özel setler sonucunda, perdelerden çıkan Delfino boş üçlükleri soktu. 26 sayı atan Delfino maçın fark yaratan adamı oldu -ki bu performansının sinyallerini ısınırken veriyordu. Kanada açısından maçı irdelersek, beklentilerimin çok üstüne çıkan bir Kanada izledik diyebilirim. Joel Anthony ve Famutimi ile başlayan savunma dirençleri hücumlarına da yansıdı. Kendall, Kanada'nın en çok dikkat çeken oyuncusu oldu kanımca. 74 sayı fark yiyen bit takıma göre çok iyi toparlanmışlar. Yarın Lübnan karşısında açık ara favoriler.

Kanada ne kadar beklentilerimi aştıysa, Lübnan da o kadar beni hayal kırıklığına uğrattı. 3 devşirme oyuncusu ile Ankara'ya gelen Lübnan'ın başında koç olarak tanıdık bir isim vardı. Eski Banvit koçu Tab Baldwin adını duyunca Lübnan'dan çok umutlanmıştım. Ancak 2006'da Fransa'yı yenerek sükse yaratan Lübnan'dan bir adım öne gitmişler mi derseniz, şüpheyle yaklaşırım. Vroman ve Matt Freije dışında skora katkı yapan oyuncu sayı çok az. Hatta ilk yarıda sayı atan sadece 4 oyuncu vardı Lübnan cephesinde.

Türkiye'ye gelirsek, İran ile Lübnan maçı arasında ben pek bir fark göremedim. Hatta Adidas Cup ile Efes Pilsen World Cup arasında büyük bir fark göremedim. Yine maçlar kolaydan zora göre şekillendirilmiş ve takımların gücü neredeyse aynı seviyede. Lübnan maçı bizim için ölçü maçı olamaz, nitekim aynı örneği İran maçından sonra olanları açıkça görmüştük. Anlamadığım bir şekilde, içimde hissettiğim ancak yazıya dökemediğim sorunlarımız var. Bu sorunları çözmek benim değil, benchte oturan kalabalık teknik kadronun görevi.

Ankara Arena İzlenimleri #1


8 gün boyunca gideceğim Ankara Arena ile ilgili yeni bir yazı dizisine başlıyorum. 3 günü Efes Pilsen World Cup, 5 günü Dünya Basketbol Şampiyonası olmak üzere 8 kere ziyaret edeceğim Ankara Arena ile ilgili gördüğüm her şeyi sizlere aktarmaya çalışacağım. Bu aktarımı yaparken saha içi olaylara pek girmeyeceğim. Çünkü zaten siz televizyon vasıtasıyla parkenin üzerinde olan biteni görüyorsunuz. Az buçuk parkeye dokunup, yan faktörleri size göstermeye çalışacağım bu yazı dizisinde.

Öncelikle belirtelim ki, Ankara Arena'ya ulaşım çok kolay. Ulus gibi bir yerde bulunması, hem dolmuş hem metro hem de otobüs açısından olumlu etki yapmış. Özel arabanızla da kolaylıkla ulaşabileceğiniz, dev bir yapı Ankara Arena. Ancak eksiklikler bitmiş durumda değil. Keşke hâlâ yapılan inşaatların fotoğraflarını çekebilseydim. Ne şanssızlık ki telefonumun şarjı ansızın bitti. Yarın için ilk işim bu inşaat fotoğraflarını çekmek olacak. Salonun girişlerine kadar gelen traktörler, taraftarları toz, duman ve kum içinde bırakıyor. Umarım bu durum Dünya Şampiyonası'na kadar düzelir, düzelmelidir de.

Salona giriş için çok sıkı güvenlik önlemleri alınmış durumda. Ancak bu önlemleri alalım derken sanırım biraz ipin ucu kaçmış. 17.30'daki Kanada - Arjantin maçı için kapılar 17:05'te açıldı. Sıkı aramadan geçtikten sonra yeni yapılan müthiş salonumuzla kucaklaştık. Ancak salona girer girmez, bir Fiero furyası alıp gidiyor. Gıda markası olan bu Fiero, salon içinde tüm etkinlikleri satın almış durumda. İçeceklerden yemeğe her türlü şey salon içinde Fiero'dan soruluyor. Fiyatları sorarsanız, aman deyim. Basit bir salamlı sandviç 5 lira.

Diğer bir dikkatimi çeken nokta ise gönüllü kişiler. O kadar çok gönüllü var ki neredeyse seyircilerden fazla. Adım başı lacivert tişörtlü bir genç yardımcı olmak için sizleri bekliyor. Sanırım Efes Pilsen gönüllü işini biraz abartmış.

Şov ekibine de dil uzatmadan olmaz. Efes Pilsen kızları bir yana Macar Face Team bir yana açıkçası. Tamam 'Space Jam' şovu gerçekten çok iyiydi ama diğer gösterilerde göze batan bir çok hat yaptılar. Konuşma fırsatımın da olduğu ekibin bayan üyesi, çok eski bir grup olmadıklarını söyledi. Ben de onlara daha çok çalışmalarını öneriyorum.

Gelelim en önemli yere. Salondaki bir çok seyircinin de gıcık olduğu duruma. Anonsör olarak adlandırabileceğimiz kişi resmen beynimizi yedi bitirdi. Tam ismini bilmiyorum ama tanıdık bir yüz. Fenerbahçe ve Efes Pilsen için de çalışıyor. Adını çıkaramadım, kusura bakmayın. İşte o adam bugün öyle bir anosörlük yaptı ki, çileden çıkmamak mümkün değil. Örneğin; Lübnan'da iki oyuncu değişikliği oluyor. Bu değişikliği ilk önce İngilizce daha sonra Türkçe söyleyeyim derken neredeyse bir atak bitiyor. Zaten yüksek seste olan mikrofon, makineli tüfek gibi konuşan adam ile birleşince insanın çıldırası geliyor.

Şimdilik Ankara Arena'dan aktaracaklarım bu kadar. Söz tekrar merkez stüdyolarımızda.

Cumartesi, Ağustos 21, 2010

Mesut - Krasic & Diego Çıkmazı


Aslında bu yazıyı kafamda tasarlarken başlığı Mesut - Krasic - Diego şeklinde atmayı planlıyordum. Ancak Diego - Juventus - Werder Bremen üçlüsünde şu an için işler çıkmazda. Daha önce olsa 17 milyon avroluk teklifi kabul etmeye hazır olan Juventus, Werder Bremen'in istekliliğini görünce işi yokuşa süremeye başladı. Başarısız bir yıl geçiren Diego'ya, Bremen'in teklifi ise cazip. Bu nedenle Diego'nun gönlü de eski kulübünde. Tahminimce bu transfer bir hafta içinde açıklığa kavuşur. Gelelim asıl meselemize. Şöyle bir düz mantık ile düşünürsek Mesut Özil Werder Bremen'den Real Madrid'e, Mesut'un boşluğunu doldurması için Diego Juventus'tan Werder Bremen'e ve Krasic'te CSKA Moskova'dan Juventus'a transfer oldu-olacak. Bugün için baktığımız Mesut 15 milyon avro karşılığında Madrid'de, "Yeni Nedved" Milos Krasic 15 milyon avro karşılığında Juventus'ta. İkisi de gittikleri takımlara büyük katkı sağlayacak kapasitedeler -her ne kadar Krasic fazla şişirme bir futbolcu olsa da. Üçünün de gittikleri veya gidecekleri takımlar, son sezonlarını iyi geçirmemiş, yeni arayışlar içinde olan takımlar. Üç futbolcu da çıkış yakalama amacında. Bence üçü de kendilerine uygun kulüplere doğru yelken açıyorlar. Üçünü de bu sezon ayrı seyretmek lazım.

Cuma, Ağustos 20, 2010

Niang Gider Gignac Gelir Remy N'olur ?


Son Fransa şampiyonu Marsilya, transfer dönemini hareketli olarak geçiren takımlardan. Aslında kadrosunu korumak amacıyla yaz dönemine giren Marsilya bunu pek başarabilmiş değil. Mamadou Niang'ın 8 milyon avro karşılığında Fenerbahçe'ye transfer olmasından sonra Marsilya transfer girişimlerini hızlandırdı. Niang'ın ayrılmasından sonra elinde Brandao dışında gerçek bir forveti kalmayan Marsilya, Toulouse'un golcüsü André Pierre-Gignac ile anlaştı. Ligue 1'de 2008-09 sezonu gol kralı olan Gignac'ı kadrosuna katan Marsilya bununla da yetinmeyerek, Fenerbahçe'nin de gündeminde olan Loic Remy ile anlaştı. Ancak 15 milyon avro bonservis bedeli ile transfer edilen Remy de sağlık sorunları tespit edildi. Sağlık kontrolünden geçirilen Remy'nin kalbinde MRI adında bir sorun olduğu açıklandı. Gerekli kontroller yapıldıktan sonra pazartesi günü transferin son durumuna dair açıklama yapılacak.

Genel bir Marsilya toparlamasından sonra naçizane görüşlerimi de belirteyim. André Gignac'ı ne kadara aldılar bilmiyorum -ki 15-20 milyon avro diyorlar- ama gerçekten yararlı bir transfer. Hücum hattında gözünüz kapalı güvenebileceğiniz, Fransa liginde iyi işler yapmış, kendine göre bir hızı olan ve şutu da belli derecede iyi olan bir forvet. Tamam, belki birinci sınıf bir forvet değil ama daha 24 yaşında. Kendini geliştirme ihtimali var -ki ben bu ihtimali yüksek görüyorum. Gignac için ise Marsilya transferi olumlu. Avrupa'nın en üst seviye kulüplerinden önceki son basamağa da gelmiş oldu böylece.

Loic Remy, Gignac'tan bir yaş küçük 23 yaşında bir forvet. Bu sezon Liverpool'un Fernando Torres'in alternatifi olarak düşündüğü bir oyuncuydu. Bir ara Fenerbahçe için de adı çok geçti. Yine Liverpool'da oynayan forvet N'Gog'tan çok farkı olduğunu söyleyemem. Tabii ki 23 yaşında olması ona artı katıyor. Sağlık durumuna gelirsek, MRI damarlarla ilgili bir sağlık sorunu. Kalp damarları ile ilgili olumsuz bulgular elde edilmiş. Bunun ciddiyetini ilerleyen günlerde göreceğiz. Artık imzalar atıldıktan sonra tekrar anlaşma bozulur mu, orasını bilemeyeceğim. Alternatif var mı derseniz, şu an ön plana çıkan bir isim yok. Zaten sözleşme imzalayan bir oyuncunun hemen alternatifi olması etik bir durum değil kanımca.

Mesut Geldi Biz Kaçar


Real Madrid'den resmi açıklama geldi ve üç futbolcuya kapı gözüktü. Rafael Van der Vaart, Fernando Gago ve Lassana Diarra takımdan ayrılacak oyuncular olarak Jorge Valdano'nun ağzından çıkan isimler oldu. Dikkat çeken nokta; bu üç futbolcunun da orta sahada oynaması. Kaka'nın 3 ay forma giyemeyecek olmasına rağmen Madrid tercihini bu yönde kullanmış. Ayrıca İspanyol devinin bu üç futbolcuya 59 milyon avro (13+27+19) verip, daha sonra mâkul bir fiyata elden çıkarmak istemesi de garip. Gerçi adı geçen kulüp Real Madrid olunca bu tip durumlara pek şaşırmamak lazım. Diğer bir yönden bakarsak, Jose Mourinho transfer döneminde ısrarla istediği Mesut Özil'e ilk 11'de şans vermeyi düşünüyor. Mesut Özil'in de yapması gereken tek bir şey var; Jose'nin güvenini boşa çıkarmamak.

Deivid'e Veda


4 yıl önce gündem değiştirmek amacıyla acele ile transfer edilen bir futbolcudur Deivid de Souza. Zico'nun Fenerbahçe'si Dinamo Kiev'e 3-1 ve 2-2'lik skorlarla elenmiş ve taraftar baskısı giderek artmaktaydı Aziz Yıldırım'ın üstünde. Bir anda bombalar ard arda patladı. FB Tv'den bir gece ansızın açıklandı transferler. Mateja Kezman, Deivid de Souza ve Edu Dracena. Şampiyonlar Ligi'nden elenen takıma ilaç olmaları için getirilmişlerdi. Ayrıca o sene Fenerbahçe'nin 100.yılıydı ve şampiyonluk olunamama gibi bir durum söz konusu bile değildi. Böyle başlamıştı Deivid Türkiye macerasına. Sporting Lisbon'da boş kaleye attığı goller Fenerbahçe Tv ekranlarında durmadan dönerken, sanırım onun da başı döndü. İlk senesinde ortaya hiçbir şey koyamayan Deivid, takımdan gönderilecekler listesinin başındaydı. Fakat Zico, Deivid'in takımda kalmasını istedi. Belki de 3 yıl önce Deivid takımdan ayrılacaktı ama olmadı. İyi ki de olmamıştı. Çünkü Brezilyalı hayatının en iyi sezonunu geçirdi o yıl. Fenerbahçe ile Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynarken, devler sahnesinde de 5 gole imza attı. Özellikle Chelsea'ye attığı gol birçok Fenerbahçe taraftarının aklından çıkmayacak tipteydi. Ancak Deivid yeni sözleşmesini imzaladıktan sonra yatma moduna geçti. Ağır bir sakatlık geçirdikten sonra bir daha eski Deivid'i izleyemedik. 1 maç oynayıp, 10 maç yatan Deivid, paraları da götürüyordu. Bu durum sonunda yönetiminde canına tak demişti ki sonunda Deivid ile yollar ayrıldı. Peki sizce Deivid de Souza nereye gitti ? Tahmin etmesi zor değil. Sportif direktörlüğünü Zico'nun yaptığı Flamengo ile anlaşan Deivid'e hayatının geri kalan bölümünde başarılar diliyoruz.

Türkiye'de Stoper Olmak


Türkiye'de çocuksanız ve sokağa çıkarsanız, sizi sokakta karşılayan ilk şey futboldur. Böylece futbolla tanışırsınız ve aşık olursunuz. Oynanan oyunu nasıl sevdiğinizi anlamadan topa vurur durursunuz. Futbolun gereğidir gol; bu yüzdendir ki sokaktaki bu çocukların hemen hemen hepsi forvet olmak ister. Gol atıp yıldızlaşmak ister. -ki arkadaşları arasında havası ve karizması olsun. Bu durum ilerleyen yıllarda gol atıp kızlara hava atmak kavramına da dönüşür. Ancak forvet olmaktaki temel amaç yıldız olup, ön planda olmaktır. Bu yüzden defans bölgesine hep şişman ve futbolu pek iyi oynamayan çocuklar geçer. "Oğlum topu ileriye doğru diksen yeter." gazlaması ile defansa geçirilen çocuk, her topa vurduğunda alkışlanır. O da kendini bir şey sanar ve futbolu daha çok sevmeye başlar. Maalesef bizim ülkemizde defans olma bu hikaye ile başlar. Eğer bu çocuk 10'lu yaşlarının başlarında boylu postlu bir şey olursa daha da fazla gaz verilir. Sonunda bu boylu postlu -amiyane tabirli kazma- çocuklar gün gelir Servet Çetin olurlar. Gün gelir Gökhan Zan olurlar. Gün gelir Alpay Özalan olurlar. Gün gelir Mustafa Doğan olurlar. Gün gelir Yasin Çakmak olurlar. Gün gelir Can Arat olurlar. Gün gelir Emre Güngör olurlar. Tamamen yetenekten yoksun, fiziğe dayalı futbolcu olurlar. Kafaya tekmeyle giren, her iki dakikada bir burnundaki pisliği dışarı çıkaran, hızlanmak yerine bilimum dilde küfürler öğrenen futbolcu olurlar. Hiç mi çıkmamıştır bu ülkeden stoper ? Tabii ki çıktı. Ancak bir elin parmağını geçer mi tartışılır. Ne gariptir ki Türk stoperlerle oynamak istemeyen takımlar, gidip bizimkilere en benzerlerine buluyorlar koca dünyada. Belki de bu topraklar, stoper çıkarma anlamında lanetlenmiştir.

Greece - Serbia ? Pao - Oly ?



Yunanistan'da düzenlenen Akropolis turnuvasının son gününde, ev sahibi Yunanistan ile Sırbistan karşılaştı. Turnuvada Kanada'ya 74 sayı fark atan, Slovenya'yı rahat geçen Yunanistan maçın favorisi konumundaydı. Sırplar ise Kanada'dan sürpriz bir mağlubiyet almıştı. Çekişmeli bir maç oluyordu ki maçın bitmesine 2.40 saniye kala ipler koptu. Skor 74-73 iken Sırbistan guardı Milos Teodosic ile Yunanistan'dan Fotsis karşı karşıya kaldı. Oyun durdu ve bu ikili arasında bir itişme başladı. İşler giderek büyüdü ve kavgaya dönüştü. Olaya Marko Keselj, Spanoulis, Velickovic, Schortsanitis, Krstic gibi oyuncularda dahil oldu. Tabii kavgada Schortsanitis ismini duyanlar biraz ürkebilir ancak öyle olmadı. Krstic önüne gelene yumruk salladı ve bundan en çok nasibini alan Schortsanitis oldu. Kavgayı ayırmak için sahaya inen sakat Bourousis'in kafasına da sandalye indiren Krstic, bir an için Tatar Ramazan moduna büründü. Sahaya giren Yunan taraftarlar bile Nenad Krstic'e dokunmaya teşebbüs edemedi. Kavga sonunda suçsuz olan Ioannis Bourousis'in kafasında büyük bir yarık oluştu. Olayı başlatan Teodosic ve Fotsis ise ortadan çabucak kayboldu. Önemli olan ise bu kavgadan sonra ne olacağı. FIBA'nın öz çocuğu konumundaki bu iki ülkeye ne tür cezalar vereceği merak ediliyor.  Nenad Krstic, Milos Teodosic ve Schortsanitis'e kapsamlı cezalar gelmesi gündemde. Bu kavganın Dünya Şampiyonası'na olan etkisinin ne olacağı ise ayrı bir konu olarak duruyor. Şunu da söylemeden geçmeyelim, bu iki ülkenin Türkiye'deki şampiyonada eşleşme ihtimalleri çok düşük. Zaten oyuncuların soyunma odalarında barıştıkları da söylenenler arasında. Ancak bu kavganın nedenleri arasında en akla yatanı Panathianikos - Olympiacos çekişmesi. Yunanistan Ligi Heba başlamadan böyle bir kavganın çıkması, sezonun nasıl olacağına dair bize ciddi sinyaller veriyor.

Kavganın videosunu görmek isteyenler buradan buyursun.

Kaptan Yeniden Evinde



Alman futbolunun yetiştirdiği en büyük yeteneklerden biri olan Michael Ballack evine döndü ve ilk maçına çıktı. Bayer Leverkusen ile yeniden anlaşan Ballack, sahaya çıktığı ilk maçta da etkili bir performans sergiledi. Bir gol atıp, bir de asist yapan Ballack formda olduğunun mesajını verdi. Kaptanın istekli ve futbola aç olması hem bizim için hem de Leverkusen taraftarları için güzel.

Görünen Köy Kılavuz İstemez


Medical Park Antalyaspor maçından sonra çoğu kişi bir şeyin farkındaydı. Kadıköy'de Fenerbahçe'nin oynadığı futbol gerçeği yansıtmıyordu. Antalyaspor lige yakışan bir takım değildi. Alınan 4 farklı galibiyet sadece gündemdeki olayların biraz durulmasına neden olmuştu. Aklıselim insanlar bunun gerçeği yansıtmadığını biliyordu. Fenerbahçe göz göre göre uçuruma yürüyordu. Nitekim bunu net bir şekilde Selanik'te yaşadık. Tabii ki eksikler vardı; Stoch, Dia, Emre ve Bilica gibi 4 futbolcu kadroda yer almıyordu. Ancak Selanik'ten avantajlı skor elde edebilecek takım hâlâ ortada vardı. Olmadı, olmadı, olmadı. Fenerbahçe yine olumlu bir sonuçla sahadan ayrılamadı. Bu sezon Avrupa kupalarında oynanan üçüncü maçta da galibiyet yüzü görülemedi. Peki bunun sebepleri nelerdi ? Bugün Fenerbahçe'nin kulübesine Daum'u koysanız ancak böyle oynardı. Takımın çehresini transfer edilen futbolcular değil, kafanızda olan sistem değiştirir. Niang, Stoch, Dia doğru transferler ama sadece transfer yeterli değil. Önemli olan bu futbolculara uygun sistemi takıma yerleştirmek. Bunu da ben değil, kulübe de oturan Aykut Kocaman yapmalı.

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

Marka Değeri


Bu sezonun gözde lafı "marka değeri". Gerek futbol federasyonu gerek Lig Tv bu lafı, üstüne basa basa vurguluyor. Zaten bu amaçla da Süper Lig'in yeni sponsoru Spor Toto oldu. Ardından Lig Tv marka değerini yükseltmek amacıyla birçok yola başvurdu. Erman Toroğlu'ndan boşalan göreve Alman hakem Markus Merk getirildi, 9 maç canlı olarak ekranlara getirildi, HD kalitede maçlar seyircilere sunuldu. Lig Tv bununla kalmadı, verdiği sözü tutarak olumlu bir değişime gitti. Spor yorumculuğu piyasasındaki neredeyse bütün kaliteli isimleri kadrosuna kattı. Uğur Meleke, Ali Ece, Mustafa Denizli, Murat Kosova, Haşmet Babaoğlu gibi önemli yorumcu ve yazarları artık Lig Tv ekranlarında görüyoruz. Fakaaaat ! Marka değeri sadece bununla sınırlı kalmıyor. Yerli ya da yabancı olsun fark etmez, insanlar sahada oynanan futbola bakar, sahada oynayan futbolcuya bakar. Peki futbolcuya bakarsa futbolcunun üzerindeki formaya bakmaz mı ? Peki bu insanlar bu formanın üzerinde niye göğüs reklamı yok diye sormaz mı ? Yoksa bizim "Turkcell" himayesindeki Anadolu kulüplerimizin hepsi eski tip Barcelona mı oldu diye hiç sormaz mı ? Boş verin biz, sahadaki futboldan önce saha dışı etkenlere önem verelim, onların marka değerini yükseltelim.

Reklamlar İyidir Ama...


Reklamın temel amacı, müşteri ya da taraftarın ana ürüne ilgi göstermesini sağlamaktır. Bildiğiniz üzere 10 gün sonra Dünya Basketbol Şampiyonası Türkiye'de düzenlenecek. Bu nedenle piyasada birçok milli takım reklam var. Turkcell'inden, Adidas'ından tutun da, Garanti Bankası'na kadar milli takımın bütün ana sponsorları reklamı yarışına girdiler. Bu yarışa son olarak, Türk Hava Yolları katıldı. Türkiye milli takımının 3 ana sponsporundan biri olan THY, reklam filmiyle de rakiplerini yakalamış gibi gözüküyor. Ancak unutmayınız ki müşteri ya da taraftar ürünü reklamdaki gibi bulamazsa bir daha ona ilgi göstermez.

Türk Hava Yolları Reklamı :


TURKISH AIRLINES - Türkler Uçuyor from KALA FILM on Vimeo.

Mesut Özil Artık Devler Sahnesinde


Transfer döneminin bir bilmecesi daha mutlu sona ulaştı. Mesut Özil Werder Bremen'den ayrılarak, İspanyol devi Real Madrid'e imza attı. Özil'in Barnebau yolunu tutmasının bedeli ise 15 milyon avro olarak bildirildi. Mesut ise yıllık 5 milyon avrodan 6 yıllığına R.Madrid ile sözleşme imzaladı. Bunlar transferin resmiyet kazanmış tarafları, gelelim transferin kağıda dökülmeyen yanlarına.

Almanya'da Serkan Çalık, Barış Özbek ve birçok Türk futbolcunun parladığı kulüp olan Rot-Weiss Essen'den yetişen Mesut, uzun bir İspanya macerasına başlıyor. Mesut Özil'in 22 yaşında olması, onun oynadığı futbolun daha da göze batmasını sağlıyor. Ancak İspanya'ya her adım atan futbolcu kariyerini bir üst seviyeye taşıyamıyor, hatta sert bir düşüş yaşıyor. Özellikle de transfer olduğunuz takım Real Madrid ise kariyerinizin düşüşe geçme olasılığı yüksek şu son yıllarda. Çünkü Real Madrid gibi bir takımda, her anlamda iyi olmak zorundasınız. Hem futbolunuzu en üst seviyede oynamak hem de sosyal yaşamınızı geri planda bırakmamak mecburiyetindesiniz. Medyada ön planda olan, her Real Madrid taraftarının aklının bir köşesinde olan bir futbolcu olmalısınız, kalıcı olmak istiyorsanız. Taraftarların akıllarında her anlamda güçlü ve kaliteli bir futbolcu profili yaratmalısınız. Bunların hepsini bir arada gerçekleştiremeyen futbolculara, iki Los Galacticos döneminde de ne olduğunu hep birlikte gördük.

Ayrıca Mesut sahada iyi futbol oynamanın öncesinde, eflatun beyalı forma için mücadele edecek. Hem Schalke'de hem de Werder Bremen'de forma kapma mücadelesine pek girmeyen Mesut, Real Madrid'de  dünya yıldızlarıyla yarışacak. Bu durum bazı futbolcularda olumlu etki yaratırken, bazı futbolculardan olumsuz sonuçlara neden olabilir. Mesut'un bu savaştan ne sonuçla çıkacağını merakla bekliyoruz.


  ©EmreCeSpor - Todos os direitos reservados.

Template by Dicas Blogger | Topo