.

Perşembe, Eylül 30, 2010

Amerikan Rüyası


Yıl 1986. Dünya iki ütopya halinde o zamanlar; hem siyasi hem de basketbol olarak. Siyasal olarak ABD-Sovyetler, basketbol olarak ABD-Avrupa. Takdir edersiniz ki şu an bizleri ilgilendiren tek kısım basketbol. O senelerde iki galaksi arası yolculuk büyük bir tabu. Amerikanların, Avrupa'nın kendi seviyelerine çıkamadığı görüşü nedeniyle Eski Kıta topraklarında yetişen filizlere kapısı kapalı. Yeni Kıta'da tutunamayıp şansını Avrupa'da denemek isteyenler ise hakir görülüyor oralarda. Fakat o sene öyle bir turnuva oynanıyor ki; birazdan değineceğim iki efsane, bağnaz Amerikan basketbol adamlarının fikir havuzuna intihar komandosu olarak giriyor. Ve olaylar böylelikle başlıyor...

Bahsettiğim iki efsane:
Eski Sovyet, yeni Litvanya vatandaşı Arvydas Sabonis ve Hırvat, Almanya'da o lanet kazaya kurban giden, basketbolun Wolfgang Amadeus Mozart'ı Drazen Petrovic. Eğer basketbol bir din olsaydı (ki benim için zaten öyle), Avrupa basketbolu mezhebine dahil olmamı sağlayan üstadlar bunlardır. Biri halen Zalgiris Kaunas maçlarını kenardan izler (yani en son gördüğümde, Lakers'ın Jack Nicholson modeli gibiydi. Hemen ilk sırada, hakeme itiraz vb.). Diğeri ise beni ve tüm Hırvatları (evet bu rahmetli sayesinde kendimi Hırvat hissederim ayrıca, belirteyim) yetim bıraktıktan sonra, adı şimdilerde yıldızının parladığı Cibona Zagreb'in maçlarını oynadığı salonda (bkz: Drazen Petrovic Basketball Center) yaşatılmak isteniyor. Hayatından kesitlerin yer aldığı Drazen Petrovic Memorial Center ise, 'Ölmeden Önce Görmem Gereken Mekanlar' listemde ilk ondadır.

Bu ikilinin Atlantik dolaylarından açtığı kapıdan kafayı uzatıp "bir arkadaşa bakan", beğenip kalan - beğenmeyip "baba ocağı"na dönen sürüyle oyuncu oldu, oluyor, olacak da... Bu kapıdan geçenler sadece parkede değil, benchte görev alanlar hatta GM'ler oldu. Buna en büyük örnek Maurizio Gherardini olsa gerek. Son olarak New Jersey Nets'i satın alan Rus iş adamı Mikhail Prokhorov, bu Avrupai tatlının şerbeti konumunda.

Bu rüyaya kapılıp giden oyunculara üzülürüm genelde. İçimi parçalayanlar olarak ise Tiago Splitter, Nikola Pekovic, Ömer Aşık, Semih Erden, Timofey Mozgov son önemli adaylar. Henüz yüksek tempo Avrupa basketbolunda kendilerine tam doyamamışken (Splitter hariç), onlar o altın varaklı kapıdan geçiverdiler. Bir umuda yolculuk adına şarkıda da geçtiği gibi "bindiler bir alamete". Yine Splitter hariç, onları siyahi uzunlardan farklı kılan özellikleri olan oyun bilgisi ve doğru zamanda doğru yerde olma kabiliyetlerini daha da sivriltemedikleri sürece orada tutunamayıp önce Geliştirme Ligi, ardından da daha önce de bahsettiğim gibi baba ocağına dönüşleri, ihtimaller dahilinde en kuvvetli olanı. Alıntı olarak da şu vecizeyi aktarmadan edemeyeceğim: "NBA'de her Pau Gasol için bir Darko Milicic, her Dirk Nowitzki için bir Nikoloz Tskitishvili bulabilirsiniz."

Orada tutunmak isteyen Avrupa patentli uzun diğer kaslı ve zıpzıp siyahi uzunlara karşı farklı bir uzvunu kullanmalı... Mesela aklını! En azından burunları sürtülüp elleri ceplerinde, çaresizce Avrupa'ya dönmesinler. Haydi görelim sizi gençler!

Pazartesi, Eylül 27, 2010

Futbol Ülkesinde Tenis Oynamak


Bu yazıyı yazmak amacıyla klavyenin başına geçmem için bir başarı olması lazım Türk tenisinde. Ya İpek Şenoğlu'nun, ya Pemra Özgen'in ya da Marsel İlhan'ın Grand Slam veya ATP turlarda maç kazanmaları gerekiyor, onlar hakkında bir yazıyı kaleme alabilmek için.

Türkiye ne bir atletizm ülkesi ne bir tenis ülkesi ne de bir bisiklet ülkesi. Türkiye futbol ülkesi. Tabii ki bu durum anlaşılabilir bir olgu. Her ülkede 28 Olimpiyat sporunun ciddi anlamda yapılmasını bekleyemeyiz. Jamaica atletizm ülkesi olarak adlandırılırken, Lüksemburg bir bisiklet ülkesi olarak sıfatlandırılır. Lüksemburg'ta futbolcu olsaydınız, yarı profesyonel olarak her 3 ayda bir milli takımda gol atmak için değil de gol yememek için mücadele verirdiniz.

Dediğim gibi Türkiye bir futbol ülkesi. Farklı branşlarda spor yapanlar pek ilgi görmez ve göz önünde olmaz. Elano'nun yaptıkları an be an televizyonlarda canlı yayında anlatılırken, Marsel İlhan'ın ATP turda finale çıkması göz ardı edilir, sözü bile geçmez. Birkaç spor kanalı başarı kazanıldığında gider röportaj yapar, bizim gibi birkaç blogger buralarda birkaç kelam eder kapanır konu. Fakat Elano'nun Florya'dan ayrılıp Brezilya'ya gidişi dakika dakika takip edilir, son dakika olarak altyazı geçilir.

Marsel İlhan bir futbol ülkesinde tenis oynuyor, oynamaya çalışıyor. İzmir'de yapılan ATP turda final oynamayı başaran Özbek asıllı tenisçi topladığı puanlarla Dünya Sıralamasında ilk 100'e girdi. Marsel, tenise yabancı bir ülkenin evladı olarak Dünya'nın en iyi 96. tenisçisi olmaya başardı, tebrikler.

Pazar, Eylül 26, 2010

Ne Yapıyor Bu Liseliler ?


İnci Sözlük'ten ortaya çıkan bir terim "liseli" olmak. Genellikle çaylak, acemi ve ezik olanlar için kullanıyor. Sözlük içerisinde kullanımı daha çok beyin yaşı olarak hâlâ lise seviyesinde kalmış insanlar için. Bunun yanında ani ve beklenmedik çıkışlar yapan çaylak kişiler içinde bu "liseli" terimi kullanabiliyor.

İşte BundesLiga ve Ligue 1'de pozitif anlamda iki tane liseli var. Biri önceki sezon 2.Lig de mücadele etmiş bir takım, diğeri ligden düşmeme mücadelesi vermiş. Takımların kadrolarındaki futbolcular da bir o kadar liseli. Dünya futbol piyasasında pek adı geçmeyen, geri planda kalmış futbolcular. Kimi yeniden bir çıkış yakalamaya çalışıyor, kimi büyük takımların dikkatini çekip, transfer olmaya çalışıyor.

Avrupa futbolunun iki liseli takımı, Mainz ve Siant Etienne kendi domestik liglerini şu an itibariyle domine ediyor. Mainz 05, BundesLiga'da oynadığı 6 maçı da kazandı ve 18 puanla lider konumda. St. Etienne ise 7 maçta topladığı 16 puan ile yine Ligeu 1'de birinci sırayı kapmış durumda. Mainz, 14 gol atıp 5 gol yiyip +9 averaja sahipken, St. Etienne de +7 averaja sahip. Ayrıca bu iki takım bu hafta kendi liglerinin ağır toplarını deplasmanda mağlup ettiler. St. Etienne Lyon'u 1-0, Mainz ise Bayern Münich'i Allianz Arena'da 2-1 yendi.

Geçtiğimiz sezonlarda da bu tip liselileri görmüştük yine bu liglerde. Fransa'da Montepellier, Almanya'da Hoffenheim'ın yaptığı çıkış hafızalarda hâlâ taze. Ancak bu tip takımlar yine liseli gibi davranarak, performanslarını sezon sonuna kadar koruyamamış ve konumlarını kaybetmişlerdi. Bakalım Mainz ve St. Etienne tipik bir liseli davranışı mı gösterecek, yoksa üniversiteli mi olacak ilerleyen haftalarda, hep birlikte göreceğiz.

Cumartesi, Eylül 25, 2010

Free Enes


Kentucky'de neredeyse tüm eyalet halkının katıldığı bir kampanya çığ gibi büyüyor. Eyaletteki yollarda, binalarda ve halkın dilinden düşmüyor bu kampanya. Sloganı ise Free Enes, yani Enes'e Özgürlük. 18 yaşındaki genç basketbolcunun NCAA'de Kentucky forması altında oynamasını istiyor bu kampanyaya katılanlar.

Geçtiğimiz sezonu Amerika'da lisede okuyarak geçiren Enes'in bu sezon ki hedefi üniversitede boy göstermek. Ancak önünde bir engel var. NCAA kuralları gereği profesyonel bir sözleşme sonucunda para kazanan bir basketbolcu Amerikan üniversitelerinde oynayamaz.

Daha önceki kural da yine Enes ve Enes gibilerin Amerika'daki üniversitelerde oynaması için düzeltilmiş bu hale getirilmişti. Peki neydi bir önceki kural ? "Profesyonel bir takımda oynayan basketbolcu, NCAA'de oynayamaz." Bildiğiniz üzere Enes Kanter, Fenerbahçe Ülker ile hem Euroleague hem de lig maçına çıktı. Bu nedenle eski kurala göre üniversitede oynayamayacaktı. Fakat kural düzenlendi ve Enes için daha uygun bir hale geldi.

Yeni kural ile birlikte asıl konu basketbolcunun profesyonel olarak para kazanıp kazanmadığı üzerine yoğunlaştı. Eğer Enes Kanter'in Fenerbahçe Ülker'den profesyonel olarak para kazanmadığı ispatlanırsa, genç pivot NCAA'de forma giyebilecek ve NBA'in kapısı ardına kadar aralanacak.

Eğer Enes'in Fenerbahçe Ülker'den para kazandığı kanıtlanırsa -ki tahminimce böyle bir durum var-  milli basketbolcu NCCA'de forma giyemeyecek. Son çare olarak ise Kentucky yönetimi, NCAA'ye başvuracak ve kuralın yeniden düzenlenmesini isteyecek.

Basketbolcuya herhangi bir ücret ödenip ödenmediği basit bir şekilde belgelerle ortaya koyulabilir ve dosya kapanır. Ayrıca Enes'in Kentucky'de oynamaması ne Fenerbahçe Ülker'e ne de Türk basketboluna katkı sağlamaz -ki bu noktadan sonra Enes'in hiçbir şekilde Fenerbahçe Ülker'de oynayacağını düşünmüyorum.

Kentucky'de düzenlenen bu kampanya ve çalışmalar, Fenerbahçe Ülker yönetimine bir tepki değil . "Enes'i serbest bırakın" sloganı altında NCAA yönetimini etkileme çabasının olduğunu düşünüyorum. Kentucky Wild Cats'in güçlü bir lobisi olduğu hatırlandığında yönetmelikteki ufak bir düzenleme çok da zor olmaz. Kentucky halkının iddia ettiği gibi ortada herhangi bir ödeme yoksa, bizim bu konuları tartışmamız değil, 2011 Draft gecesini beklememiz gerekir.

Banvit'in İlk Adımları


2009 - 2010 yılının normal sezonu tamamlanmış ve ilk iki sırada herhangi bir sürpriz sonuç olmamıştı. Asıl sürpriz ise üçüncü basamağı kapan Bandırma temsilcisi Banvit olmuştu. Sezon içerisindeki istikrarını devam ettiren Banvit, Play-Off'larda da yarı finali görmüştü. Artık hedefler büyütülmeliydi, yani dümen Avrupa kupalarına doğru kırılmalıydı.

İsrail Basketbol Ligi'nde de sürpriz bir takım çıkagelmişti. Hiç hesapta yok iken Gilboa Galil, İsrail Ligi finalinde Maccabi Tel - Aviv'i yenerek şampiyon olmuştu. Bu da Euroleague'de bizi çok yakından ilgilendiren bir değişikliğin olmasını sağladı. Euroleague her ne kadar uzun süreli anlaşmalar üzerinden takımları dev arenaya kabul etse de, yerel liglerde şampiyon olan takımlara da küçük bir şans veriyor. Hal böyle olunca Türkiye Ligi üçüncüsü olarak Banvit'in katılması gereken Euroleague eleme turuna Gilboa Galil katılacaktı, Banvit Eurocup'a yani Kupa 2'ye düşecekti.

Ancak Banvit'in şansı döndü, Letonya şampiyonu elemelerden çekildi. BK Ventspils yerine Banvit Euroleague elemelerine çağrıldı.

Bu noktadan sonra her şey Banvit'in elindeydi. Çok zorlu bir yoldan gelip, 3 farklı rakibini elerse kendini Euroleague'in içinde bulacaktı Bandırma temsilcisi. İşler kolay değildi hem hiç kolay değildi. Ancak asıl önemli olan turları geçip geçebilmek değil, bölgede Avrupa takımı görüntüsü yaratabilmekti. Taraftarları bu dev arenaya ısındırmak önemliydi kanımca. Bir Euroleague takımı olmak, bir Avrupa takımı olmak o kadar kolay değil, gelenek ve alışkanlığın olması gerekir. 

Le Mans karşısında yapılan iki maç, Avrupa'ya atılan ilk adımlardı. Bu ilk adımların arkası gelmeli, gelecektir. Zamanla bu ilk adımlardan yürümeye belki koşmaya kadar yükselecektir Banvit. Takım içi doğru yapılanmanın yanında Avrupa standartlarına uygun bir salon Bandırma'ya kazandırıldığı zaman Banvit geleceğe çok daha umutla bakacaktır.

Cuma, Eylül 24, 2010

Deja Vu


Bazılarına göre efsane başkan bazılarına göre miladını doldurmuş diktatör bir başkan Aziz Yıldırım. "İnşaattan da anlarım futboldan da." mentalitesiyle başkanlığı 12 yıldır sürdüren bir başkan. Bu uzun süre içerisinde medya onu o da medyayı bir türlü anlayamadı ve uyuşamadı. Rakip takım başkanlarıyla ve birçok önemli kurumun başındaki isimlerle yıldızı barışmadı Aziz Yıldırım'ın.

İşte bu uzun süre zarfında bazı özelliklerini de ezberledik başkanın. Direkt olarak yazacak olursak, "Takımı şampiyon yapamayan teknik direktör bir sonraki sezonu göremez." Tam da böyle bir anlayıştı Aziz Yıldırım'ın futbol felsefesi. Sürekli olarak istikrardan yana olduğunu söylese de, başarı ile desteklenmeyen bir istikrardan söz edilemez günümüzde. 12 yıllık sürede Aziz Yıldırım, takımı sezon başında devralıp şampiyon yapamayan teknik direktör ile bir sonraki sezon için çalışmadı. 

Bu futbol anlayışı içerisinde Zico, Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynatmasına rağmen takımdan kovulmuştu. Tabii ki tek etken sezon sonu şampiyon olunamaması değildi ancak temel sebep sezon sonunda lig kupasının havaya kaldırılamamasıydı. Zico gitti İspanya ile Avrupa Şampiyonu olan Luis Aragones takımın başına geldi. Yine bir dolu transfer, yine bir felsefe değişimi ve yine bir adaptasyon süreci. Ancak Mayıs ayının ortasında alınması gereken bir lig kupası vardı, Aziz Yıldırım'a göre her şey o kupaya bakıyordu. Hemen birkaç satır yukarıda da belirttiğim sorunlardan dolayı Aragones Fenerbahçe'de başarılı olamadı, olamayacağı da sezon başından belliydi. 

Gelelim 4 ay öncesine şimdi. İkinci Fenerbahçe macerasına atılan Daum tekrar takımın başındaydı ve son haftaya avantajlı olarak girilmişti. Düz mantıkla Fenerbahçe kazanırsa şampiyon, işte bu kadar. Maçı öyle ya da böyle kazan kupa senindi. Ancak işler öyle olmadı, Fenerbahçe maçı kazanamadı. Tam da bu nokta da Aziz Yıldırım'ın 12 yıldır istisnasız işleyen katı kuralı devreye girdi. Daum gitti sportif direktör Aykut Kocaman geldi.

Deja Vu'da tam da bu sırada başladı. İlk 5 haftada 6 puan toplayan, herhangi bir futbol anlayışını takıma yerleştiremeyen, yeni transferlerin takıma adapte olmalarını sağlayamayan, takım içinde arkadaşlık ortamını oluşturamayan Aragones'in Fenerbahçe'sini bugün yeni versiyonu ile tekrardan izliyoruz, yaşıyoruz, üzülüyoruz. Biz taraftara bu acıları, üzüntüleri ve Deja Vu'yu kim yaşatıyor, karar merkezi kim düşünülmeli. Yoksa bu Deja Vu'lar her 2-3 sezonda bir tekrarlanabilir.

Perşembe, Eylül 23, 2010

İlginç İsimler #1

Alexander Amisulashvili :



Blogun ikinci yazı dizisinin ilk yazısının güncel olmasını istedim. Bildiğiniz üzere Kayserispor, uzun süreli Tolunay Kafkas sonlandırmış, unutulmaz Gürcü futbolcu Şota Arvaladze ile teknik direktörlük için anlaşmıştı. Hal böyle olunca takıma Gürcü bir futbolcunun katılmaması zor bir ihtimaldi. İşte bu ihtimalin gerçekleştiği futbolcu bir defans oyuncusu oldu. Ancak takımın yeni stoperi bugüne kadar oynadığı futbol ile değil de, garip ismiyle ön plana çıktı. 28 yaşındaki Amisulashvili'nin Türkiye'deki kariyeri hangi yönde gelişecek, merakla bekliyoruz.

Salı, Eylül 21, 2010

Çok Resmi Açıklama


Evet efendim, blog ile ilgili ilk resmi açıklamamızı yapalım. Ben Emre Yılmaz ve yeni yazar arkadaşımız Buğra Bayazit, YGS-LYS yolundaki öğrencileriz. Bir yandan okuldaki ağır öğrencilik şartları diğer yandan dershane derken eski dönemlerdeki gibi yazı yazmamız pek mümkün olmuyor.

Buğra arkadaşımız daha nadir yazacağı yazılarıyla aramızda devam edecek iken, bendeniz olabildiğince aktif olmaya çalışacağım. Gündemdeki spor olayları üzerine görüşlerimi eksiksiz olarak buraya aktarmaya çalışacağım. Ayrıca 3 - 5 gün post yazıp blog kapatanlardan değiliz, bu da böyle biline. Kısaca takipte kalın, hadi selametle.

Pazar, Eylül 19, 2010

Aycouldn't


Hem iyi bir Fenerbahçeli olması nedeniyle hem de takımın içinden gelen biri olması nedeniyle Aykut Kocaman'a sezon başında güvenim tamdı. Ne yazık ki 1-0 kazanılan Galatasaray maçında itibaren, Aykut'a olan güvenim her geçen gün azaldı. Duyulan güvenin azalmasındaki tek neden tabii ki alınan skorlar değil.

Aykut Kocaman'ın en önemli avantajlarından biri taraftarın içinden gelen birisi olmasıydı. Yani taraftarın takım üzerinde gördüğü doğru ve yanlışları o da bir nevi görüyordu veya ben görüyor diye düşünüyordum. Fenerbahçe'nin 3 yıldır süre gelen en büyük sorunu, korkak ve skoru koruma duygusu. "En iyi savunma hücum" mantığı ile hareket edilmesini bekliyordum şahsen ben Aykut'lu Fenerbahçe'den. Ancak 2 aydır sahada oynanan futbol bu durumun tam tersiydi. Korkak ve skoru koruma duygusu olan bir Fenerbahçe izliyoruz hem Kadıköy'de hem deplasmanda.

Bugün Beşiktaş ile Kadıköy'de berabere kalınabilir, normaldir. Hatta Kadıköy'de Galatasaray'a bile kaybedilebilir. Ancak bu korkak ve Fenerbahçe büyüklüğüne yakışmayan futbol anlayışı ile Barcelona'yı yense bile futbolseverler mutlu olmayacaktır. Yeter ki doğru ve taraftarın istediği futbol mentalitesi ile sahada futbol oynansın. Saldıran, akıllı ve Fenerbahçe ruhuna yakışır oynansın yeter. O zaman kimse üzülmez alınan bir puan için.

Cumartesi, Eylül 18, 2010

Maddi Manevi Lay Lay Lay


2010 Dünya Basketbol Şampiyonası'nda ikinci olarak gümüş madalyanın sahibi olan Türkiye, şu sıralar kazandığı başarı ile değil, aldığı prim ile gündemde. 12 Eylül akşamı Amerika Birleşik Devletleri'ne kaybederek ikincilik kürsüsüne çıkan milli takım tarihi bir başarı elde etmişti. Final maçı öncesi açıklanan primler ise kazanılan başarının önüne geçti şampiyona sonrasında.

83 - 82 kazanılan Sırbistan maçı sonrasında Başbakan R. Tayyip Erdoğan, milli basketbolcuların primlerini açıklamıştı. Her basketbolcu şampiyon olunmasa bile 1,5 milyon lira prim alacaktı. Şampiyon olunması durumunda ise büyük sürprizler olacaktı milli takım için. Ayrıca yine final maçı öncesinde iş adamı Ahmet Ağaoğlu, milli basketbolcuların hepsine birer ev hediye ettiğini açıklamıştı. Yani milli takım final maçı öncesinde prim ve hediyelere boğulmuştu. Maç öncesindeki rehavet ve rahat ortamın sebeplerinden biri de bence bunlardı. Final maçı Amerika'ya karşı kaybedildi, normal bir sonuçtu. 12 Dev Adam Dünya ikincisi olmuştu, hepimiz sevinçliydik.

Ancak ipler şampiyona bittikten bir gün sonra Başbakan'ın resmi bir tören ile milli takıma 28 milyon lira vermesi ile koptu. 12 Dev Adam'ın yanı sıra koç Bogdan Tanjevic, yardımcı koçlar Harun Erdenay, Orhun Ene ve Nihat İziç, Barbaros Akkaş ve bir dolu yan eleman bu primden yararlanacaktı. Hatta sakatlanıp kadro dışında kalan Engin Atsür bile prim alacak isimler arasındaydı. Doğrusu da buydu zaten. Emeği geçen herkes ödüllendirilmeliydi bu tarihi başarı karşısında.

Fakat insanlarda rahatsızlık yaratan durum, kimin prim aldığı veya almadığı değildi. Toplam olarak dağıtılan prim miktarıydı çoğu kişinin aklına takılan. Medyada da birçok karşılaştırılma yapıldı. Futbolda 2010 Dünya Şampiyonu İspanya, futbolculara kişi başı 600 bin Euro prim vermişti. Kamuoyunda giderek artan baskılar neticesinde bu paranın sponsorlar tarafından verildiği açıklandı. Bizi yenerek şampiyon olan Amerika ise prim olarak 25 bin dolar vermişti kişi başı. Aynı şekilde bronz madalya alan Litvanyalı basketbolcular ise 4.100 dolar prim alacaktı şampiyona sonrasında. Türkiye cephesine döndüğümüzde 28 milyon liranın herhangi bir sponsor tarafından karşılanması neredeyse mümkün değil. Bu nedenle bu primin tamamı devletin cebinden çıkıyordu. Tam tamına 28 milyon lira. Verilen parada gözümüz yok, yanlış anlaşılmasın. Sonuna kadar primi ve hediyeleri hakkettiler. Türkiye'ye spor tarihinin en büyük başarısını yaşattılar. Helali hoş olsun hepsine.

Ancak benim takıldığım nokta Slovenya maçının bitiminden itibaren başlayan, özellikle kaptan Hidayet Türkoğlu'nun başını çektiği "Maddi manevi laylaylay" olayı. Hido bu durumu daha da ileri götürerek, Başbakanlık'ta da maddi manevi tüm destekleri bekliyoruz dedi. E yuh be adam ! derler. 28 milyon lira + 500 Cumhuriyet altını + 1 lüks villa almışsın edebinle otur artık. Yıllık 10 milyon 400 bin dolar kazanan bir basketbolcusun. Bugünlerde birçok maddi sorunla boğuşan bir ülkede, çoğu vatandaşın hayalinde göremeyeceği paraları alıyorsun. Artık daha fazlasını istemek terbiyesizlik olur.

Tabii bu durumu görünce insanın aklına "Destek görmek için illa her ortamda maddi manevi laylaylay" diye bağırmak mı gerekiyor sorusu geliyor. Avrupa Şampiyonu olan Nevin Yanıt, Dünya Şampiyonu olan Selçuk Çebi, Dünya Şampiyonu Nurcan Taylan küçük(!) başarıları için ne yapmalılar ? Sponsor desteği alabilmek için, uygun ortamlarda çalışabilmek için onlarda TRT3 mikrofonu uzatıldığında "maddi manevi laylaylay" diye bağırmalılar değil mi ?

Spahija'nın Vidmar'ı : Rasid Mahalbasic


3 yıl öncesinde Türkiye milli takımının koçluğunu sürdüren Bogdan Tanjevic, ilginç ve şaşırtıcı bir karar almış ve Fenerbahçe Ülker'in başına geçmişti. Fenerbahçe Ülker'in başına geçtikten sonraki ilk cümlelerinden biri ise "İstanbul'a iki Sloven getireceğim." olmuştu. Daha sonraki haftalarda, aylarda ve yıllarda gördük ki bu iki Sloven basketbolcu Emir Preldzic ve Gasper Vidmar oldu.

Emir Preldzic, Vidmar'a göre daha yetenekli ve daha faydalı olabilecek bir basketbolcuydu. Zaten aradan geçen 3 senede NBA Draftlarında 58. sıradan seçilmeyi de başardı. Birçok Avrupa kulübünün dikkatini çekti Sloven, Bosnalı ve Türk yıldız. Ancak bizim dev çocuk Gasper Vidmar beklenen yükselişi gösteremedi. Temel basketbol eksikleri vardı. Yıllar içinde gelişecek bir durumdu. Gençti Vidmar, sabredilip zaman verilmeliydi Sloven pivota. Öyle de yapıldı, yaklaşık 2,5 yıl Fenerbahçe Ülker forması giydi ve giymeye devam edecek. Gözle görülüyor ki gelişme kaydetti Vidmar. İlk geldiği günden epey farklı bir basketbol oynuyor şu anda.

Tanjevic'in 2 Sloven getireceğim sözüyle başlayan 3 yıllık maraton geçen yaz başında son buldu. Artık yeni direktör Neven Spahija. Hırvat koç da Tanjevic gibi Yugoslav ekolünün temsilcisi. Onun mentalitesi içeresinde de, kadroda kesinlikle gelecek vaat eden genç bir oyuncu bulunacaktı. Kadrodaki Türk oyuncuları yeterli görmemiş olacak ki Spahija, yine Balkanlar semalarına yüzünü döndü. Bosna asıllı Avusturyalı Rasid Mahalbasic'i buldu o topraklarda. 20 yaşında ve 2.09 boyunda olması, "Yugoslav koç" kriterlerine uyması için yeterliydi. Öyle de oldu, Rasid Mahalbasic Fenerbahçe Ülker ile 6 yıllık sözleşme imzaladı. Hayırlı olsun, diyecek bir şey yok şimdiden. Sanıyorum kendisi 1-2 yıl kadar farklı takımlarda kiralık olarak forma giyecek, daha sonra sarı-lacivertli formayı giyebilecek. Açıkçası ben Rasid Mahalbasic ismini ilk kez duyuyorum. Benim de bilgi toplamama yardımca olan Salsabasket, Maliano ve Klein Zeitung'u okuyarak daha ayrıntılı tanıyabilirsiniz Mahalbasic'i.

Cuma, Eylül 17, 2010

Kalan Sağlar Bizimdir


Büyük bir basketbol turnuvası düzenlemek o halkın çoğu için maddi olanak anlamına gelebilir. Fakat biz basketbolseverler olarak bizim için anlamı; televizyon ütopyasından takip ettiğimiz bir dolu yıldızın ülke topraklarına ayak basmasıydı. Sonuçta bir Dünya Şampiyonası, hangi oyuncu gelmek istemezdi ki? Biz bu kadar umut bağlamışken yıldızlar teker teker vurdu bizi hunharca. Kobe dinlenmek istedi. LeBron, Wade, Carmelo, D-Howard, C-Bosh gibi über-süper yıldızlar da çeşitli sebeplerden ötürü gelmek istemediler.

Göze çarpan en büyük eksiklikler (ki o fiziklerin göze çarpmaması olasılık dışı); İspanya'da Pau Gasol, Fransa'da "Mc Tony-P", Litvanya'da neredeyse bir takım çıkacak kadar oyuncu (ki o oyuncular kendi başlarına en az çeyrek final oynar; Sarunas Jasikevicius, Rimantas Kaukenas, Ramunas Siskauskas, Marijonas Petravicius ve Lavrinovic biraderler), Slovenya'da Avrupa'nın sayılı iki uzunu Erazem Lorbek ve Matjas Smodis, Brezilya'da 'yenen son dakika golüyle' Nene'nin kadrodan çıkarılması, 12 Dev Adam'da çok istekli olmasına rağmen acımasız bir sakatlığa kurban giden Memo, Rusya'da Andrei Kirilenko-J.R. Holden ve turnuva boyunca sakatlığı yüzünden bench ısıtan Avrupa'nın en iyi çok yönlü oyuncusu Viktor Khryapa, Sırbistan'da Uros Tripkovic ve onlar için eksik olmasa da bizim için kadroda olması hatta yalnız gelmemesi pek mühim olan Marko Jaric, Panzerler'de 'Alman Mühendislik Harikası' ülkenin fedakar çocuğu Polonya asıllı Dirk Nowitzki ve son olarak Arjantin'den Manu Ginobili-Andres Nocioni ikilisi.

Bir turnuvada böyle Pers ordusu gibi eksik olunca, turnuva kendi yıldız adaylarını çıkarmaktan asla geri kalmaz, kalmadı da... Turnuvanın en değerli oyuncusu, henüz 22 yaşında. NBA'in en genç sayı kralı. Ve Türkiye'ye gelmeyen galaksi üyesi her biri ışıklı toz bulutu olanlar kadar iyi olduğunu kanıtlamak için en iyi fırsat Coach K'le ayağına geldi. O ise sadece yeteneklerini sergiledi Türk basketbolseverlere. Extra bir şey yapmasına gerek kalmadı çünkü. İki Dev Adam vardı dikkat çeken; Ersan ve Semih. Ersan son iki maça kadar takımı taşısa da son iki maçta çok durgundu. Semih ise aksine bizi bu inanılmaz sevince mahzar kılan o bloğu yapıp ülkeyi ayağı kaldırmıştı. Beraberinde oynadığı oyun da cabası. Pastadaki kremaydı adeta.

Çeyrek Final'de son şampiyon Matador'u devirdi, hem de felaket bir şut tercihiyle. Evet son Euroleague MVP'si Milos Teodosic'ten bahsediyorum. Avrupa'nın en iyi guardı sıralamasında Ricky Rubio'nun bir baş önünde gibi. Ayrıca takım arkadaşı Marko Keselj de mesafe tanımaksızın hedefi bulmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Sürpriz ekol takım Litvanya'nın iki atletik guardı Mantas Kalneitis ve Martynas Pocius da bronz alan takımı başarıya taşıyan ikili konumunda, takım lideri Linas Kleiza'nın ardından. Rusya coach'u David Blatt bu turnuvada da iki yetenek tanıttı basketbol dünyasına... Biri Andrey Vorontsevich (ki zaten CSKA'da iyi bir sezon geçirmişti), diğeri ise Dinamo Moskova'lı genç guard Dmitriy Khvostov, kendine güveni aşılanmış gibi duruyor. Ayrıca Fb Ülker'li Gasper Vidmar'ın bu gelişimi gösterdiğini görmek beni şaşırttı açıkçası. Slovenya'da eksik olan sertlik bu genç adamla sağlanabilir. 2. Tur'da Güney Amerika derbisi yaşandı. Brezilya'da ACB şampiyonu Caja Laboral'in guardı Marcelinho Huertas, Arjantin'de ise Rockets'lı Luis Scola insanüstü performanslardan ikisine imza attılar.

Biz gelmeyenlere ne kadar üzülsek de onlar bu fırsatı çok iyi değerlendirdiler. 'Kalan sağlar bizimdir' mentalitesiyle izlendiği vakit büyük zevk verebiliyor. Bu genç adamları takibe devam!

Perşembe, Eylül 16, 2010

Çaylaklar İyi Başlamadı


UEFA Başkanının Michel Platini olmasıyla Avrupa futbolunda değişen en önemli özelliklerden biri de farklı ülke takımlarının Şampiyonlar Ligi'ne katılımı olmuştu. Geçtiğimiz sezondan itibaren gözle görülen bu değişiklik bu sezonda tüm hızıyla devam etti. Devler Ligi'ne 2010-2011 sezonu için Bursaspor'un da içinde bulunduğu 6 yeni takım ilk kez adım attı. Bursaspor'un dışındaki bu 5 takım ise şunlar; Zilina, Partizan, Tottenham, Hapoel Tel-Aviv ve Braga.

Dünyanın en büyük futbol organizasyonuna ilk kez katılan 6 takımın ilk hafta ortak özelliği vardı; galibiyet alamamaları. Hatta İngiliz temsilcisi Tottenham dışında puanı yoktu bizim çaylakların. Braga, Zilina ve Bursaspor ise toplam 14 gol yemişti daha birinci haftadan. 

Ayrıca Portekiz temsilcisi Braga, Arsenal önünde öyle zor dakikalar yaşadı ki maç çok daha farklı olabilirdi. Şampiyonlar Ligi'ndeki tek temsilcimiz Bursaspor ise bütün beklentilerin altında kalarak genç Valencia karşısında farklı bir mağlubiyete boyun eğdi. Partizan ise büyük mücadele verdiği maçı serbest vuruş mağduru olarak kaybetti. Srna'nın frikiğine mağlup olan Partizan, çaylak takımlar arasında kötünün iyisi olarak dikkat çekti. Çaylak takımların içindeki en iyi performans gösteren takım Tottenham'dı. Werder Bremen deplasmanında iki farklı öne geçen Londra takımı, acemiliğinin kurbanı olarak üstünlüğünü ikinci yarıda koruyamadı ve bir puana razı oldu.

Çarşamba, Eylül 15, 2010

Feyk Ulan Feyk Yani Sahte

Togo Spor Bakanı Christophe Tchao, maça çıkan takımın sahte olduğunu açıkladı.

8 Eylül akşamı Şükrü Saraçoğlu Stadı'nda Türkiye - Belçika maçının öncesinde dünyayı sarsacak ilginç bir olay gerçekleşti. 2011 Afrika Uluslar Kupası öncesinde hazırlık maçına çıkan Togo ile Asya Şampiyonasına hazırlanan Bahreyn, başkent Manamah'ta karşılaştı.

Son Asya Şampiyonası'nda başarı yakalamayan Bahreyn, yeni bir yapılanmaya gitmişti. Togo ise karmaşanın tam içindeydi. Son Afrika Uluslar Kupası'nda silahlı saldırıya uğramış bir ekipti Togo. Yani iyi ve hazır olan taraf Bahreyn, çalkantılar içinde olan taraf ise Togo'ydu. Dolayısıyla da maçın favorisi ev sahibi Asya temsilcisiydi.

Maç sonunda skor tabelasında yazan sonuç 3-0'dı. Bahreyn beklentileri karşılamış ve maçtan farklı galip ayrılmıştı. Bahreyn tarafı mutluydu ancak bir taraftan da şüpheliydi. Çünkü karşılarında çok zayıf bir Togo takımı vardı(mış). Bir gün sonra ise Togo Futbol Federasyonu'ndan beklenen açıklama geldi. "Manamah'ta oynayan Togo takımı, bizim federasyonumuza bağlı Togo Milli takımı değildir." denildi. Yani ortada tam bir karmaşa vardı ve bazı oyunların döndüğü ortaya çıktı.

Bahreyn Federasyonu ise gerçek Togo takımı ile maç yaptığını savunsa da, Togo takımında Avrupa'da oynayan hiçbir tanınmış futbolcunun olmaması "sahte" durumu destekliyordu. Ancak Bahreyn, uzun bir süredir çalıştığı menajere güveniyordu ve menajerden açıklama istedi. Dün bu açıklama geldi ve Manamah'ta sahaya çıkan takım feykti.

Türkiye, Belçika önünde zor anlar yaşarken, Bahreyn sahte bir sevinç yaşıyordu. Bir nevi "2-2" vakası yaşanmıştı Arap Yarımadasında. Gerçek Togo takımına ezici üstünlük sağladıklarını düşünürken, belki de Togolu olmayan futbolculardan kurulu bir takımı fark attıklarını öğrenince sevinçleri kursaklarında kaldı Bahreynli kardeşlerimizin. İşte futbol böyle bir şey.

Salı, Eylül 14, 2010

Gel Otur Yeğen, Önce Bir Soluklan


Geçtiğimiz sezonu şampiyon olarak tamamlayarak büyük bir başarıya imza atmıştı Bursaspor. 4 büyük hegamonyasını kırıp, lige yeni bir hava katmıştı. Tabii ki bu başarı kuru kuru ödüllendirilecek bir başarı değildi. Primler, destekler, yardımlar derken asıl ödül Şampiyonlar Ligi vizesiydi. Bursaspor, bir ilki gerçekleştirerek "Devler Ligi"ne girmeyi başarmıştı, gelen şampiyonlukla.

Sezon öncesi hazırlıklar ve transferler, bu organizasyona göre yapılmıştı tabii ki. Eleme maçlarından sonra oluşan tabloda, Türkiye'yi dev arenada temsil edecek tek Türk takımıydı Bursaspor. Şampiyonlar Ligi'ni sadece ayak bastı parasından ibaret görmemeliydi Timsahlar. Sahada verilecek mücadele, hem Bursaspor hem de Türk futbolu için çok önemliydi.

Nitekim yeşil-beyazlı takım bugün devler arenasına ilk adımını attı ancak pek olumlu bir adım olmadı bu. Karşısında iyi durumda olan ve dersine çalışmış bir Valencia buldu temsilcimiz. Sert ve mücadele dolu bir organizasyondu Şampiyonlar Ligi. Bu ligde başarılı olabilmek için geleneğinizin olması gerekir kanımca. Bir sezonluk patlayan ve çıkış yapan takımların bir sonraki sezon ne halde olduklarını hep birlikte gördük. Bursaspor'un Avrupa'daki temel amaçlarından biri de Avrupa kupalarında maç oynama kültürünü yaratmak olmalıdır zannımca.

Evet, yabancı bir arenaya atılmıştı Bursaspor. Daha çok toy ve garip kalmıştı devler sahnesine son Süper Lig şampiyonu. Normaldi belki de bu durum, bekleniyordu çoğu kesimce. Ancak bu kadar vasat ve çekingen bir oyun Bursaspor'a yakışmadı, hem de kendisini fazlasıyla kanıtlaması gereken bir ortamda. Neyse bu mağlubiyeti biz Bursaspor'un tecrübesizliğine verelim. Umarım bu yenilgi Bursaspor'un Şampiyonlar Ligi ile ilgili düşünceleri ve planları için pozitif ışık tutar, tutmalıdır da.

2010 Türkiye Grup Sonrası Değerlendirme


2. Tur ve Çeyrek Finaller'de sürpriz çıkmadı ve grup birincileri Yarı Final'e kaldı. Bu turlarda en göz alıcı performans ise ev sahibinden geldi. Önce Fransa sonra da Slovenya'yı parkeye gömen Milliler, bu iki turu son dakika performansıyla geçen (ki bunlardan biri Teodosic'in "the shot"ı) Sırbistan'la eşleşti. Diğer eşleşmede ise Birleşik Devletler'in karşısında sınırlı Litvanya vardı. Nitekim Linas Kleiza'nın gerekli performansı gösterememesiyle çok da direnç ortaya koyamadılar. Bizi daha çok ilgilendiren maçta ise skor 0,5 sn kala tescillendi. Kenar oyununda back pick sonrası arkaya devrilen Novica Velickovic'i iyi takip eden Semih bloğu yaptı ve ülkeyi büyük bir sevince gark etti. 3.lük maçında Litvanya, bir önceki günün aksine Kleiza'nın çılgın şut performansıyla kızgın Sırplara su atarak "cosss" etkisi yarattı.

Final birçok açıdan önemliydi. Türkiye topraklarında gerçekleşen en büyük karşılaşma, Türk basketbolunun geldiği en iyi nokta, zıpzıp Amerikan "PAF" Takımı'nın ülkesinde alay konusu olmasına rağmen gösterdiği inançla beraber finale yükselişi ve türevleri gibi. Sırbistan maçında normal Milli Takım performansına döndüğümüzü ve alacağımız madalyanın gümüş olacağını belirtmiştim. Biz statik, onlar akıcı oynadığı sürece, Mars'ta bile oynasak kazanma şansımız yok. Ha bir de değinmem gereken genç bir adam var burada. Ömer Üründül olsa da "Bu Durant iyi topçu." dese diye umut ettim ama, kader kısmet tabii. Henüz 22 yaşında, bir WNBA takımının (bkz: ironi) play-off oynamasının en büyük etkeni, pancar motoru gibi herifçioğlu. Ailecek takipçisiyiz.

Bu turnuvanın ülkeye getirisi en fazla maddi olacaktır. Maçlar yine 300-500 kişiye oynanacak, futbol-basketbol maçları çakışacak falan. Son söz olarak coach Bogdan Tanjevic 5 sene boyunca beni kanser ettikten sonra kendi de olmuş ve bunun getirdiği duygusallıktan olsa gerek, çoğu saçma basketbol inadından vaz geçmiştir (ki başarıyı getiren de budur). Sadece bu turnuva için saygım sonsuzdur. Basketboldan ibaret olan son iki haftadan sonra alışmak zor olacak gibi...

Pazartesi, Eylül 13, 2010

Türkiye 2010 Grup Değerlendirmesi


Takvim, sonunda 2010'un Ağustos ayını gösterdi. Türk basketbolunun 5 yılı hangi gaye uğruna çöpe atıldı, bunu görmek için en büyük fırsattı son iki hafta. Klasik Türk hastalığından kaynaklanan tehlike yine bizi tedirgin etti. Organizasyondaki aksaklıklar, bu büyük şölenin elimizden uçup gitmesine neden olabilirdi. Neyse ki basketbol tanrıları nadir de olsa bir kez daha yanımızdaydı ve Patrick Baurmann, ülke basketbolunu kaosa sürükleyecek kararı vermedi.

28 Ağustos 2010. Basketbol karnavalı grup maçlarıyla başladı. A Grubu'ndaki en büyük sürpriz, osla olsa "Genç Almanlar"ın uzatmada son EuroBasket finalisti Sırbistan'ı yenmesi. Daha doğrusu bu mühim galibiyete rağmen sonraki maçlarda bozuk atıp gruptan çıkamamaları. Robin Benzing, Louis Harris, Thibor Pleiss gibi enerjik gençlerle harmanlanan Panzerler istediğini alamadı. Grup liderliği için son maçta karşılaşan Arjantin ve Sırbistan müthiş bir mücadele ortaya koydular. Rockets'lı Scola'nın muazzam performansına rağmen kazanan Ivkovic'in takımı iddialı olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.

Benim nazırımda en zor gruptu B Grubu. ABD sadece Brezilya'ya zorlandı ve beşte beşle gruptan lider çıktı. Tabiri yerindeyse turnuvaya beş kala Nene'nin sakatlığıyla dumur olan Brezilya, ilk maçına anca ikinci turda çıkabilen Varejao'nun da yokluğunda pota altında o patlayıcı gücünden yoksun kalmış oldu. Hırvatlar genç bir kadroya Davor Kus ve Zoran Planinic gibi tecrübeli guardlar ekleyip başarı beklediler. Fakat coach Josip Vrankovic henüz bu seviyede takımına hakim olabilecek gibi gözükmüyor, en azından şimdilik. Slovenler ise Erazem Lorbek, çok yönlü uzun forvetleri Matjas Smodis, Sacramento guardı Beno Udrih gibi yaralayıcı eksiklere rağmen Jaka Lakovic, Goran Dragic ve Bostjan Nachbar'ın şükela performanslarıyla grubu "B Team"in arkasında ikinci bitirdiler.

Millilerimizin de bulunduğu C Grubu'nda işler nispeten daha kolaydı. Yao'suz Çin, koş koş basketbol nedeniyle savunma özürlü Porto Riko ve vasıfsız Fildişi Sahilleri kendi çaplarında verdikleri mücadeleyle gruptan çıkmak için savaştılar. Turnuva'nın en büyük adaletsizliği ise grupta ilk üçteki bütün takımlara kök söktüren Porto Riko'nun şanssız şekilde gruptan çıkamaması. Sadece JJ Barea yetmiyor gibi, Carlos Arroyo'yu çok aradılar. 12 Dev Adam için söylenecek şey basit; "Yenilmez Armada". Beşte beş yapan bir diğer takım olan Ay-Yıldızlılar bu turnuva için bize sonuna kadar umut aşılamıştı. Son maçta Yunanlar doludan kaçamayıp yine doluya tutuldu. Kaçış hikayeleri ise akıllara zarar, oynanılan oyuna en büyük ihanetlerdendir. Kınıyorum.

Matadorlar'ın favori, Siyahi Fransız Beyefendileri'nin (!) plase gösterildiği D Grubu'nda otoriteler için sürpriz olan benim ise beklediğim şey gerçekleşti. Kalneitis, Pocius, Maciulis, Seibutis, Gecevicius, Jankunas gibi ortalama bir basketbol takipçisinin ömrü hayatında duymadığı (ki o takipçiler genelde yeni kıta basketboluna ilgilidir) oyuncularla önümüzdeki sene ev sahipliği yapacağı EuroBasket11'e hazırlanacağı zannedilen bu basketbol üstadı ülke favoriyi de yerle bir ederek Güzel İzmir'den alnı ak çıktı (2. anavatanı Litvanya olan bendeniz ise içi içine sığmaz halde Lietuva diye haykırmaktaydı o aralar). Hemen arkasında dengesiz İspanyollar, ve 3. - 4. sırayı paylaşan sıradan Hakacı'lar ve Fransa.

Her Şey İçin Teşekkürler 12 Dev Adam


- Tarihi bir başarı kazandığınız ve Dünya ikincisi olduğunuz için teşekkürler.

- Ülke basketbolunun gelişmesine bulunduğunuz büyük katkılardan dolayı teşekkürler.

- Turnuva boyunca verdiğiniz mücadele için teşekkürler.

- Genel olarak 20 gün öncesine kadar Ersan İlyasova'nın, Semih Erden'in, Cenk Akyol'un, Kerem Gönlüm'ün adına bilmeyen bir topluma bu isimleri öğrettiğiniz için teşekkürler .

- Tüm negatif etki ve tepkilere kulağınızı tıkayıp, parke üzerinde elinizden geleni yaptığınız için teşekkürler.

- Turnuva sonrasında görevinden ayrılacak olan Bogdan Tanjevic'i böyle uğurladığınız için teşekkürler.

-  16 günlük bir maceranın ardından bize bu gururu ve sevinci yaşattığınız için teşekkürler.

Teşekkürler 12 Gümüş Adam teşekkürler.

Pazar, Eylül 12, 2010

Gerçek Performans

Peşinen uyarmakta fayda görüyorum, maç değerlendirmesini objektif yapacağım. %51 favori gözüküyorduk maç öncesi. Buraya gelene kadar yendiğimiz takımlara parke yalatmıştık. Bütün ülke olarak heyecanlıydık. Gazla çalışan bir millet olduğumuzu tekrar hatırlatıyorum.

Maça iyi başlayamadık ki bunda ellerin titremesi büyük etken. Sırp takımı ise buralar için yaşayan bir coach'a sahip: Dusan Ivkovic. Maç sırasında Sırbistan maçı domine ettikçe daha da heyecanımı kaybettim. Çünkü böyle giden bir maçın sonunda, Ivkovic'i yenik görmemiştim henüz. Savunmanın aksaması, Teodosic'e yapılan baskı Teo'nun skorunu düşük seviyede tuttu belki fakat asist sayısı normalin üzerindeydi. Keselj'e ise söyleyecek lafım yok açıkçası. Sırp 3 numaralar her daim keskin şutördür, Keselj ise bu fabrikadan çıkan son ürün. (Ivkovic'in yanında Olympiacos'da olacak bu sene) Ömer Aşık'ın pozisyonunda ise hakeme oynamaları aynı zamanda pis işleri yapmayı bilen bir takım olduklarının en büyü esamesi olsa gerek.

Gelelim 12 Dev Adam'a... Bu seviyelerin havasını teneffüs etmiş tek oyuncumuz Hedo. K.Tunçeri de R.Madrid formasıyla bir yere kadar gelmişti. Fakat diğer oyuncularımız kendi takımlarında süre bulsalar da, hep belli seviye görmüş tecrübeye sahiptiler. Rüyalarıma da girmiş olan Tanjevic'in uzun beşi bu maçta fena değildi. Uzun beş sevdalısı bir coach'un 4 kısaya dönmesi beni, aslında şampiyon olmadığını öğrenen bir Fenerbahçe taraftarı kadar şaşırttı doğrusu. Ivkovic ise buna hazırlıksız yakalandı ve küçük bir avantaj yakaladık.

Maçın sonunda aklımdan geçen tek şey vardı, Ivkovic. Onun takımı tüm maçı önde götürüp burda vermezdi. Coach Dusan buna izin vermezdi. Sürekli rahattım, sürekli bekledim. Markovic, Macvan gibi adamlar girer tansiyon yükselir diye. (gazla çalışan bir millet olduğumuzu belirtmiştim yukarıda) Ömer Onan'ın Sırplara verdiği birkaç ayar (Veickovic ve bir oyuncuya daha) bizi ipten aldı, sportmenlik dışı faul teğet geçti. Kısaca hak eden taraf Sırbistan'dı.

Sonuç olarak bütün turnuva beklenenden iyi oynayan Türkiye gerçek kimliğine bu maçla bürünmüştür. Ben karamsar oldukça tersi çıkıyor ne hikmetse. O yüzden son sözüm:
Gümüş madalyamız hayırlı olsun diyorum...

Senaryo Yazmak


Maçın teknik taktik işine girmeyeceğim, gireni de garipserim şahsen. Çünkü parke üzerinde oynanan basketbol, teknik taktik ile açıklanamaz. Mucizeler ve olağan dışı olaylar gerçekleşti Sinan Erdem'de. Hido topu kaybetmiş bir şekilde saha dışına giderken, Kerem Türkiye'yi ipten aldı. Çizgi üzerinden alınan top, Türk basketbolunun ve şampiyonanın kaderini değiştirdi. Kimse böyle bir maç senaryosu yazamazdı herhalde. Kimse böyle bir heyecan ve adrenalin yaşatamaz bana. Bir tek biz yapıyoruz bu işi, o da bilinçsiz olarak.

Sonuçta Sırbistan'ı eledik ve finaldeyiz. Tarihimizin ilk madalyasını almayı garantiledik. Her maç farklı bir oyuncunun kahramanlaştığı bir takımımız var. Gurur duymalıyız ve ayakta alkışlamalıyız bu ekibi. Peki yarın neden olmasın ?

Cuma, Eylül 10, 2010

Maestro Teodosic


Yıldız basketbolcu olmak sanırım böyle bir şey. Şampiyona boyunca beklenilenin altında kalan Sırp guard Milos Teodosic, çeyrek final maçında da pek ortalıkta gözükmüyordu. Ancak genç oyun kurucunun maçın bitimine 3 saniye kala attığı uzak mesafeli üçlük her şeyi bir anda değiştirdi. Bu üçlük Sırbistan'ı yarı finale taşımakla kalmayıp, Teodosic'i de basketbol gündeminin birinci sırasına oturttu.

Bildiğiniz üzere Teodosic'in üçlüğü ile yarı finale yükselen Sırbistan'ın rakibi, Slovenya'yı farklı deviren Türkiye oldu. Durum böyle olunca da Türkiye tarafında bir Teodosic rüzgarı esip gidiyor. Yok Teo kendi potasından atsa deliksiz giriyor, yok Teo ters smaç basıyor falan. Basketbol tarihimizin en önemli maçı öncesinde böyle bir ortamın oluşması aslında bir açıdan olumlu. Rakip takımın en önemli silahı üzerinde her bakımdan baskı yaratılıyor ve beklentiler yükseltiliyor. Bence Türkiye - Sırbistan maçı için en önemli nokta, disiplin olarak vasat bir oyuncu ile aynı seviyede olup, yetenek olarak en üst düzeyde olan Teo'nun maç içerisinde göstereceği performans. Disiplin olarak zaman zaman büyük sorunlar yaşayan Teodosic, umarım bize karşı da bu özelliğini ortaya çıkarır. Onu mentalite olarak yenemezsek, fiziksel olarak yenmemiz gerçekten zor.

Perşembe, Eylül 09, 2010

İlk Adım


Öncelikle herkese merhaba. Ben Buğra Bayazit. Oynamaktan çok izlemeyi tercih eden bir sporsever olarak bir yerden yazmaya başlamalıydım, amatör olarak ilk yazı deneyimlerimi burada Emre arkadaşımın yanında yayınlayacağım. İlk planda basketbol olmak üzere spor üzerine görüşlerim burada yayınlanacak. Bu ilk amatör deneyimin verdiği heyecanı çabuk bastırmak dileğiyle, saygılar efendim...

Çarşamba, Eylül 08, 2010

Ayıp Oluyor Ama Hocam


Eğer varsa beni takip edenler bilir, çeyrek final maçına kadar olan galibiyetler pek sevinmedim. Çünkü bunun en önemli dersini Eurobasket09'da almıştık. Grup aşamasında ne kadar iyi oynarsan oyna, çeyrek finalde bir takım gelip seni yenerse güya o tarihi galibiyetlerin hiçbir anlamı kalmıyor. Artık tecrübeli olmalıydık ve asıl önem vermemiz gereken maçlar eleme maçları olmalıydı.

Ancak bugün izlediğimiz Türkiye'nin hiçbir farkı yoktu, grup maçlarında gösterilen performanstan. Yine aynı savunma yine aynı direnç yine aynı hücum performansı. Disiplin dediğimiz şey sanırım buydu. Giren çıkan oyuncular fark etmeksizin aynı büyüleyici performans vardı Sinan Erdem'in parkelerinde.

Evet, bugün seviniyorum. Çünkü artık oynayacağımız 2 maçı kaybetsek de tarihi bir başarı kazanmış olacağız. Kem küm ederek, iyi oynadık ama hakemler bizi yaktı yoksa madalya alırdık sözlerini arkada bıraktık bu Slovenya galibiyetiyle. Somut bir başarı kazandık sonunda. İşte bunun için seviniyorum bugün. Artık bu noktadan sonra ne yaparsak artıya geçecek, ne yaparsak bizi fazlasıyla mutlu edecek ancak en kötü şeyi yapsak da artık üzülmeyeceğiz. 

Fakat bu noktaya gelmişken şampiyonluk neden olmasın diye insan soruyor kendine. Eurobasket09'da bizi üzen ekipleri birbir ezdik Türkiye'de. Peki şimdi neden olmasın ? Sırada Sırbistan maçı var, cumartesi 21:30. Evet Sırbistan hem oyuncular olarak hem de koç olarak üst düzey bir ekip. Ancak yenilmez değiller, özellikle bizim gibi bir ekibe karşı asla yenilmez değiller. Lâkin sakin olup düşündüğümde maçın favorisi onlar kanımca. Bırakın onlar olsun, her zaman favoriler kazanmaz ya.

Fenerbahçe & Dia


Fenerbahçe'deki yeni dönem ve Issiar Dia hakkında daha önce burada birkaç kelam etmiştik. Şimdi işin biraz teknik-taktik kısmına girelim. Fenerbahçe'nin saha içinde dizilişine ve Issiar Dia'nın bu kadro içindeki yerine değinelim.

Fenerbahçe bildiğiniz üzere ilk önce Young Boys'a ardında Paok'a elenerek Avrupa kupalarındaki macerasına Eylül ayını göremeden veda etmişti. Avrupa kupalarının da olmadığını düşünürsek kadroda yabancılara ilk önce göz atmak gerekir.  Daniel Güiza'nın gönderilemeyip üstüne Joseph Yobo da alınınca yabancı sayısı 10 olmuştu. Bu saatten sonra "Üç kulvarda mücadele ediyoruz, geniş kadro lazım." sözü laf-ı güzaftan öteye gitmiyor. Koca bir sezonda oynanacak 34 lig maçı -ki 3'ü geride kaldı ve bence gereksiz olan Türkiye Kupası maçları var. Zaten bilmem kaç yıldır alınamayan kupaya da fazla kafa yormamak gerek. Peki oynanacak 31 maç ve sonunda kazanılacak yerel lig şampiyonluğu için 10 yabancı gerekli miydi ? Tabii ki bu kadro bir senelik kadro değil ancak takımdaki yabancı futbolcuların çoğu 1 senelik. Alex, Yobo, Güiza, Bilica.

Gidecek-kalacak yabancılar derken Aykut Kocaman'ın bu sezon için transfer ettiği futbolculardan birine de göz atmak gerekir. Adı Issiar Dia. 23 yaşında bir futbolcu. İlk olarak Young Boys ile Kadıköy'de oynanan maçta izleme şansımız olmuştu Senegalli futbolcuyu. O maçta sakatlandı ve bir süre geri plana çekildi. Bu süre takım içi dengeler için önemli süreçti. Takımda geç ve yavaş yavaş oturan sistemin içinde yer bulması gereken zamanda sakatlanmıştı Dia. Bilica ve Güiza'nın yabancı kontenjanına bağlı olarak ilk 11'in dışında kalacağını düşünürsek, iki futbolcunun daha kadro dışında kalması gerekiyordu. Bu isimlerden biri de henüz takıma uyum sağlayamayan Dia olacak gibi gözüküyor.

Ancak diyeceğim şudur ki madem hedefler kısa değil uzun vadeli, yıl genelinde sahada sezon sonu sözleşmesi bitecek Alex'ten çok 23 yaşında ve gelecek vaat eden Dia'yı görmek istiyorum. Yan ve geri pas yapmaktan başka bir şeye yaramayan Baroni'yi o formayla sahada görmek istemiyorum. Özer'in takıma daha adapte olmuş halini görmek istiyorum. Acaba çok mu şey istiyorum ?

This Is Scolaaaa !


Onun için çok az şey söyleyebiliriz. 7 yıl boyunca oynadığı Avrupa'da ona mest olmuştuk adeta. Büyük yetenek biraz da bonservis sorunu nedeniyle NBA'e geç adım attı. Ancak geç oldu güç olmadı. Houston Rockets'ın son iki sezondaki en önemli oyuncularından biri haline geldi. Hatta Yao Ming'siz son sezonda takımın tek lideri haline geldi Luis Scola.

Ancak Scola'nın asıl lider olduğu yer Arjantin'di. Arjantin'in gelmiş geçmiş en iyi oyuncular listesinde bence ilk sırayı alır kendisi. Zaten turnuvada oynadığı dördüncü maçta attığı sayılarla, Arjantin tarihinin en çok sayı atan basketbolcusu oldu. Kariyerinde Dünya Şampiyonası finali ve Olimpiyat şampiyonluğunu bulunan Scola, Türkiye'de oynamaktan kaçmadı. Diğer birçok yıldızın türlü mazeretlerinin aksine Scola ısrarla ülkesinin formasıyla Türkiye'de oynamak istiyordu. 

Dünkü maça kadar oynadığı maçlarda 20, 31, 32, 30 ve 32 sayı atan Scola için bu durum yeterli değildi. Çünkü Scola kendini değil, öncelikle takımını düşünen bir basketbolcuydu. O nedenle attığı bütün sayıları arkasında bırakarak, ezeli rakipleri olan Brezilya maçına çıktı. Turnuvadaki ilk üçlüğünü de attığı maçta 37 sayı kaydeden Scola 9 ribaund aldı. Takımının sert ve güçlü Brezilya'yı devirmesini sağladı. En kritik anda bir de top çaldı ve Arjantin'in çeyrek finale çıkmasını sağladı. Önlerinde zor bir yol var ancak bir takımın kadrosunda Scola varsa kesin konuşmamak gerekir.

Kısaca toparlamak gerekirse, benim Scola'ya hayran kalmamı sağlayan sadece onun attığı 30'lu sayılar değil onun saha içinde çizdiği karakter. Liderlik kavramı rahatlık ve hırs ile birleşince ortaya ne çıkabiliyor diye gösterdi bana Scola. Artık o Ajantinliler için olduğu kadar benim için de yaşayan efsanelerden. 

Salı, Eylül 07, 2010

Yapma Bunları FIBA !


Dünya basketbol kamuoyunun gözü Türkiye'de düzenlenen şampiyonada iken, FIBA köprü altından sessizce suyu akıtıyor. Dünya Şampiyonası başlamadan hemen önce biten 2011 Avrupa Şampiyonası eleme maçlarında büyük mücadele verilmişti ve bir dolu emek sarf edilmişti. 3 grupta 15 takımın mücadele ettiği eleme maçlarında, gruplarında ilk iki sırayı alan takımlar Litvanya'da düzenlenecek Eurobasket11'e katılma hakkı kazanacaktı.

Ancak bir takım için işler yolunda gitmiyordu. A grubunda mücadele eden İtalya, ilk üç maç sonunda İsrail ve Karadağ'a yenilmişti. Grubun devam eden maçlarında bu dezavantajlı durumdan kurtulamayan İtalya, ilk ikiye giremedi. Grupta İsrail ile birlikte 13 puan alan ancak averaj ile üçüncü olan İtalya böylece basketbolunda tarihi bir çöküşe gidiyordu.

2008 Pekin Olimpiyatları'na, 2009 Avrupa Şampiyonası'na ve 2010 Dünya Şampiyonası'na katılmayı başaramayan İtalya, 2011 Avrupa Şampiyonası'na da katılamaz ise bir daha düzeltmesi zor bir sürece girecekti. 

FIBA oluşan bu durumu fark etti ve hemen el attı. FIBA, İtalya ve basketbolu için iki önemli adım attı şu son 3 günde. İlk önce Avrupa Şampiyonası artık 16 takım ile değil, 24 takım ile düzenlenecek denildi ve elemeleri geçmeyi başaramayan İtalya'yı Avrupa Şampiyonası'nın içine attı. Buna sebep olarak da, zaten böyle bir durumun olacağını sadece düzenlemenin 2 yıl öne çekildiği söylendi. Peki ne aceleniz vardı da bu düzenleme 2 yıl öne çekildi ? Avrupa basketbolunun ağır ağbisi İtalya kaybolup gitmesin diye mi böyle bir şey yapıldı acaba ?

Bitmiş durumda olan İtalya basketbolunu tekrardan ayağa kaldırmak için atılan ikinci adım ise 2013 Avrupa Şampiyonası'nı düzenleme hakkı olacak. Şu an için kesin bir karar yok. 2013 Avrupa Şampiyonası'nı düzenlemek için iki aday var. Biri ağır ağbi İtalya diğeri Slovenya. Önümüzdeki günlerde kararı açıklanacak olan 2013 Avrupa Şampiyonası ev sahibi sizce kim olur ? Bence ağır ağbi olacak. Eğer ev sahibi İtalya olmaz ise tekrar bu yazıya döneriz ve tekrardan tartışırız durumu.

Pazar, Eylül 05, 2010

Gerçek Rakiple Karşılaşma Zamanı


Türkiye milleti, genel yapısı itibariyle çok çabuk gaza gelebilen, rahatlıkla havaya girebilen bir millet. Çoğu zaman bu durumun olumsuz taraflarını yaşasak da, bugün olduğu gibi bazen de olumlu taraflarını yaşıyoruz. Taraftar etkisi, üst üste giren şutlar, oluşan atmosfer Türkiye'nin parke üzerindeki gücünün dağdan aşağı doğru yuvarlanan kar topu gibi olmasını sağlıyor. Ritmimizi bulduğumuz zaman, özellikle de kendi evimizde oynuyorsak durdurulması güç bir takım haline geliyoruz.

Nitekim bugün o kar topu etkisini gördük. Maçın ilk periyodunda başa baş giderken bir anda ne olduğunu anlamadan fark açıldı ve bir daha kapatılamaz hale geldi. Gerektiği yerlerde de gerekli darbeleri vurarak Fransa'nın geri dönmesine izin vermedik.

Oynadığımız diğer 5 maçtaki gibi bugün de savunmamız ön plana çıktı. Belki Porto Riko maçıyla birlikte en çok sayı yediğimiz maç oldu ama bu kadar sayı yememizde maçın son 15 dakikasının formalite havasında oynanmasının da etkisi var. Aynı zamanda ne gariptir ki iki kez 40 sayı civarında fark attığımız maç olmasına rağmen Fransa maçına kadar hiç 90 sayı barajına ulaşamamıştık. Bugün o sınırı da kırdık geçtik.

Bugün için dikkat çekilmesi gereken iki isim vardı parke üzerinde. Sinan Güler ve Hidayet Türkoğlu. Yunanistan maçının ikinci yarısından itibaren form tutmaya başlayan Hido, şutlarında ritm tutturmaya başladı. 6/10 ile oynayan Hido 20 sayıyı Fransa potalarına bırakmayı başardı. Sinan Güler ise her geçen gün kendini geliştiren, ileride Türkiye'ye büyük katkılar sağlayacak biri olduğunu bir kez daha gösterdi. Ömer Onan'ın atletik olanı dersek kısa yoldan anlatmış oluruz Sinan'ı. Bugün 8/10 şut yüzdesi ile 17 sayıyla oynadı. Savunmamız adına yaptığı katkıları ise söylememize gerek yok sanırım.

Evet, şampiyona öncesi dediğimiz olguya her geçen gün büyük adımlarla yaklaşıyoruz, hatta ulaştık bile. Ersan'ı, Hido'yu, Sinan'ı, Ömer Aşık'ı ayırmadan, hiçbirini birbirinden üstün tutmadan takım olgusuna ulaşıyoruz. Kenarda oyuncular arasında yaşanan şakalaşmalardan, sevinçlerden bunu rahatlıkla anlıyoruz. İdeal hedefe ulaşmak için ise önümüzde sadece 1 engel kaldı.

Fransa maçı ile birlikte şampiyonadaki altıncı maçımıza çıktık ve mağlubiyet yüzü görmedik. Beşi grupta olmak üzere karşılaştığımız altı rakipten kaç tanesinin, hedeflerimiz doğrultusunda gerçek rakibimiz olduğu ise asıl tartışılması gereken durum. İkinci turda elenen Yunanistan dışında karşılaştığımız takımlar için madalya hedefleri vardı diyemeyiz. Çoğunun hedefi ikinci tur veya çeyrek finaldi. Bizim bu uzun yoldaki gerçek rakiplerimiz ise madalyayı hedefleyen takımlar.

Yunanistan'ı bir yana koyarsak, bu turnuvada ilk kez ciddi olarak madalyayı hedefleyen bir takım ile karşılaşacağız. Daha önceden de belirttiğim gibi Slovenya'nın stili bize ters geliyor. Şuta dayalı oynamaları bizi maç içinde zorlayabilir. Eğer Çarşamba günü Yeşil Ejderhalar karşısında galip gelirsek, işte o zaman ilk görev tamamlanmış olacaktır. Slovenya maçının kaybedilirse, ne bugün kazanılan Fransa maçının ne de tarihi bir zafer olan Yunanistan maçının bir anlamı olmaz.

Cumartesi, Eylül 04, 2010

Mesut Mesut Mu ?


Hatırlayacağınız üzere 15 Ağustos Pazar günü Real Madrid Werder Bremen ile özel bir maç yapmıştı. Ancak özel maç sonunda gözler maç skorunda değil Mesut Özil transferinin son durumundaydı. Herkes heyecanlı bir şekilde basına konuşacak Real Madrid antrenörü José Mourinho'yu bekliyordu. Fakat Mourinho'nun ağzından çıkan sözler transferin zora girdiğini gösteriyordu. Tabii konuşan teknik direktör Real Madrid'in başında olunca işlerin ne olacağı hiç belli olmuyor.

17 Ağustos Salı günü transferin zor olduğunu söyleyen Madrid tarafı bu sefer de transferin bittiğini ve ısrarla istedikleri Mesut Özil'in artık Real Madrid forması giyeceğini açıklıyordu. Böylece Almanya'da oynanan hazırlık maçının transfere yarar sağladığı anlaşılıyordu. Mesut tam 19 gün önce Real Madrid forması giymek üzere İspanya'nın başkentine geliyordu. Türkiye'de ve özellikle medya çevresinde bu transfer çok ilgi görmüş ve dakika dakika haberleri verilmişti. Türk(!) bir futbolcu ilk kez eflatun-beyaz formayı giyecekti.

Mesut Özil transferinden sonra, İspanyol devinin kadrodan gönderilecek üç ismi orta saha bölgesinden seçmesi Türk asıllı futbolcuya olan güveni gösteriyordu bir anlamda. Özellikle de (daha sonra Tottenham'a transfer olan) Rafael Van der Vaart'ın gönderilecekler listesinde olması Mesut'un forma şansını bir kat daha arttırıyordu. 

Real Madrid, Mesut Özil transferinden önce orta sahayı güçlendirmek için Stuttgart'tan Sami Khedira'yı transfer etmişti. Aslında bu iki futbolcunun hayatları birbirine benziyordu. Khedira'da Tunuslu bir ailenin çocuğu olarak Almanya'da dünyaya gelmişti. O da Real Madrid forması giyecek olan ilk Tunuslu olacaktı.

Ancak bu iki kader arkadaşı bu zamana kadar resmi maçlarda forma şansı bulamadı. Gerçi durumu fazla abartmamak lazım şunun şurasında Real Madrid resmi maç olarak 1 tane lig maçı oynadı. Ancak uyum sürecini de atlamış durumda değil iki kafadar. İspanyolcalarının İngilizcelerinden iyi olmadığını söylesem sanırım durumu biraz anlarsınız. Takımın geri kalanıyla çok az iletişim içindeler. Zaten iki futbolcu da karakter olarak sessiz ve içine kapanık. Takıma yararlı olmak istiyorlarsa bir an önce arkadaşlarına ısınıp, ortama alışmaları gerek. Yoksa onları zor günler bekliyor olacak.

Cuma, Eylül 03, 2010

Biz Mi Bogdan'ız O Mu ?


Türkiye'ye adım attığı günden beri sürekli eleştirilen bir isim oldu Bogdan Tanjevic. Yeri geldi ben de sıkça eleştirdim, yanlışlarını bağıra bağıra söyledim. Hatta hem Fenerbahçe Ülker'in başından hem de Milli takımın başından gitmeli diye kampanyalar düzenlenmesini istedik. 1 numaralı nefret ettiğimiz kişi olan Turgay Demirel'e bile Tanjevic'i kovması için yalvardık. Sen kal, yeter ki Bogdan gitsin diye...

Evet yanlışları yok muydu Bogdan'ın ? Tabii ki vardı, hem de bir dolu yanlışı vardı. Yaşının da getirisiyle, basketbolu eski tip yorumluyordu. Kafasında oluşturduğu kalıpların, şablonların dışına çıkmıyordu maç içerisinde. İlk beşe mutlak sürpriz bir genç oyuncuyu koyacaktı, yoksa olmazdı. Herkesin süresi belliydi, kimin hangi dakikada oyuna gireceği belliydi. Oyuna giren oyuncu iyi performans gösterse de dakikası dolunca kenara gelip oturacaktı.

Takımda mutlaka top sürebilen bir uzun olacaktı. Nitekim Fenerbahçe Ülker'de Emir Preldzic, Milli takımda Hidayet Türkoğlu Dejan Bodirogacılık rolünü üstleniyordu. Ayrıca takım kadrosunda mutlaka zayıf, 2.10'un üstünde blok yapma özelliği olan bir uzun olacaktı. Bu da Tanjevic'in Fuckacılık teoremine bağlı bir olaydı. Bu bağlamda Türkiye'deki takımlarında Semih Erden ve Ömer Aşık eksik olmazdı.

Takım içerisinde kendisine karşı çıkan bir isim olmasını istemiyordu Tanjevic. Bu nedenle maç sonrası röportajında takım sistemini eleştiren Kaya Peker takımdan uzaklaştırıldı. Ayrıca beş numara pozisyonunda oynayan pivotun genellikle dışarıdan top kullanmasını istemiyordu. 4 numarada oynayan oyuncular dışarıdan oynayabilirdi ancak beş numaraların genel özelliği içeriden oynamaları olmalıydı Tanjevic'e göre. Yine bu çerçevede Mehmet Okur milli takımın dışında kaldı. Çünkü Mehmet 2.10'luk bir pivot olmasına rağmen hücum oyununu şuta dayalı kurmuştu. Bu da Tanjevic'e ters gelen bir durumdu.

Kötü yaptığı işler nelerdi bu Tanjevic'in ? İşte birkaç cevap;

1. Yaşlı diyerek milli takımdan bazı oyuncuları uzaklaştırması, daha sonra baskılara dayanamayarak sözünden dönmesi. Bu durum Tanjevic'in karizmasını en sert biçimde çizen şey oldu.

2. Fatih Solak ve Cenk Akyol gibi iki yetersiz oyuncuyu manevi oğlu olarak görüp, milli formayı hak eden birçok oyuncunun yerini bu iki oyuncuyu tercih etmesi. Haksız rekabet tartışmaları Tanjevic'i bir adım daha geriye götürdü.

3. Kafasındaki katı sistem. Kafasında değişmeyen ve değişmek istemeyen sistemler Tanjevic'in bugünlere gelmesindeki en önemli etken diye düşünüyorum. 

Türkiye'ye geldiği günün üzerinden neredeyse 6 yıl geçti. 6 yıllık süreçte Dünya 6.'cılığı ve Avrupa 8.'ciliği dışında bir başarı elde edilemedi. Ancak hedef belliydi, her seferinde bu belirtiliyordu; 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası. Peki diğer dış unsurları bir yana koyarsak, Tanjevic 6 yıllık süreçte Türk basketboluna ne tür katkılarda bulundu ?

1. Türkiye'nin şu anda en iyi pivotu Ömer Aşık'ı Türk basketboluna kazandırdı. Bakın o buldu Ömer'i, o yetiştirdi demiyorum. Tanjevic, Ömer'in bugünkü duruma gelmesini sağlayan, ona belki de başka bir koçun vermeyeceği süreleri veren biriydi.

2. Ömer Aşık dışında Semih Erden'i de Türk basketboluna kazandıran isimdi Tanjevic. Belki Karadağlı koç olmasa yine Semih önemli bir uzun olabilirdi ancak bu noktalara gelebilir miydi tartışılır.

3. Hidayet Türkoğlu ve Ersan İlyasova'yı Türkiye'nin lideri yaptı. Kaya Peker, Mirsad Türkcan, Mehmet Okur gibi oyuncuları kadroda tutarak çok başlılığa izin vermedi. Nitekim Eurobasket07'de gördük bu çok başlılığın ne demek olduğunu.

Bogdan Tanjevic neredeyse bu ülkedeki bütün koçlardan daha üst düzey bir koç. 63 yaşında ve şu an kanserle mücadele eden Karadağlı Tanjevic, milli takımın şampiyonayı en iyi yerde bitirmesi için elinden geleni yapıyor. Yaptığı yanlışları da doğruları da bir yana koyarak, bu şampiyona sonrası umarım iyi anılarla uğurlarız bizim Bogdan'ı. Bence Tanjevic en azından iyi bir uğurlamayı hak ediyor.

Bogdan Tanjevic ile ilgili 2 ay önceki yazımı okumak isteyenler buradan buyursun.

Grup Aşamasında Oluşan İstatistikler


Gruplar bugün oynanan 12 maçla sona erdi, sıra final turunda. Tek maç üzerinden eleme maçları şeklinde yapılacak final grubu ile ilgili görüşlerimizi bir önceki postta yazmıştık. Şimdi gelelim geride kalan grupları sayılar ile değerlendirmeye. Ne olup ne bitmiş bu dört grupta, bir de sayılar penceresinden bakalım.

Sayı Kralı :

Turnuvanın şu an sayı kralı Arjantin'in tecrübeli pivotu Luis Scola. 30 yaşındaki Scola, Arjantin'in şampiyonada oynadığı 5 maçın dördünü kazanmasında büyük rol oynadı. Adeta takımı tek başına sırtladı. Bu durum sayı hanesine de belirgin bir şekilde yansıdı. Scola, 29 sayı ortalamasıyla grup aşamasını sayı kralı olarak bitirdi. Ayrıca Scola, Arjantin tarihinin en skorer oyuncusu oldu.

Ribaund Kralı :

Final grubu maçları öncesi ribaund kralımız ise Çin'den Yi Jianlian. 9.8 ribaund ortalamasıyla oynanan Jianlian, sayı krallığında da üçüncü sırada. Ayrıca ribaund krallığı yarışında, ikinci sıradaki isim Türkiye'den Ersan İlyasova. 9 ribaund ortalamayla oynuyor maskeli canavar.

Asist Kralı :

Şampiyonanın şu an için asist kralı ise 6,6 asist ortalamasıyla Brezilyalı Marcelo Huertas. Onu çoğu Türk seyirci, son Amerika maçındaki performansından ve asistlerinden hatırlayacaktır. Ancak cümleye girerken dikkat ettiyseniz, şu an için söz öbeğini kullandım. Çünkü Pablo Prigioni 6,4 asist ortalamasıyla Huertas'ı takip ediyor. İlginç olan ise bu iki oyuncunun ikinci tur maçında karşılaşacak olması.

Blok Kralı : 

Çoğu kişinin tahmin edebileceği gibi turnuvanın blok kralı Hervé Lamizana. Fildişi Sahilleri'nde 9 numaralı formayı giyen ve 5 gün boyunca canlı izleme şansı bulduğum Lamizana, bu sıfatı bırakmayacak gibi. Çünkü şampiyonaya devam eden en yakın rakibi ile arasında ortalama olarak 2, sayı olarak da 5 blok fark atmış durumda. Yine turnuvaya devam edenler arasında ise Ömer Aşık üçüncü durumda. Ancak Lamizana'nın 8 blok gerisinde yer alıyor.

Top Çalma Kralı :

Türkiye'nin kral olduğu tek yere geldi sıra. Sinan Güler, şu ana kadar çaldığı 13 top ile turnuvanın top çalma kralı. Sinan'ın ortalaması ise 3,3. Yine turnuvaya devam edenler arasında en yakın rakibi Çinli Sun Yue. Yue'nin ortalaması 2,2. Sinan, turnuvanın top çalma kralı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

En Skorer Ülke :

5 günlük süreçte potalara en çok sayı bırakmayı başaran takım, A grubunda mücadele eden Sırbistan oldu. Ortalama 93 sayıyı filelerden geçirmeyi başaran Sırplar'ın Amerika'nın önünde yer alması dikkat çekici nokta oldu. İkinci Amerika'nın ortalaması 91 iken Türkiye 78.6 ortalamayla 9. sırada bulunuyor.

Kişisel En Yüksek Skor :

Bu dalda oskar verilse sanırım ödülün müdavimi Kirk Penney olur. Patladı mı tam patlayan, attıkça daha çok atan ve durdurulması zor bir isim. Önümüzdeki sezon NBA Geliştirme Ligi'nde forma giyecek Penney, turnuvanın ilk maçında Litvanya potalarına 37 sayı bırakmıştı ve bu skor şampiyona boyunca geçilmesi zor bir eşik.

En İyi Faul Atan Takım :

Şampiyonada belki de şu ana kadar bizim için tek olumsuz nokta serbest atışlar. Zaten bu negatif durum istatistiklere de yansımış durumda. Türkiye 24 takım arasında %56.4 gibi felaket bir yüzdeyle sonuncu durumda. Rusya ise %78.6'lık ortalamasıyla lider konumda.

Gruplar Bite Eleme Turları Başlaya


Şampiyona asıl şimdi başlıyor. Gözle görülür olan, zayıf ekipler turnuvadan ayıklanırken iddialı takımlar yollarına devam ediyor. İkinci tur mücadelesine kalan 16 takım cumartesi gününden itibaren daha çetin bir mücadelenin içine girecek. Tek maç eleme usulüne göre oynanacak maçlar, unutulmaz sürprizlere gebe olabilir her zamanki gibi.

Yukarıda yer alan fotoğraftan da yararlanarak ikinci tur maçları öncesinde ufak değerlendirmeler yapalım. Şöyle bir genel tabloya bakacak olursak, açıkçası ben buradan bir iki eşleşme dışında sürpriz beklemiyorum. Gruplarını daha üst sırada bitiren takımların genel olarak çeyrek finale kalacağını düşünüyorum. Çekişmeli geçmesini beklediğim maçlar ise Arjantin - Brezilya ve Rusya - Yeni Zellanda.

İşin iddaa bölümünü bırakarak ikinci tur öncesinde göze çarpan durumları söyleyelim. 9 Avrupa takımının Son 16'ya kalması ve 6'sının çeyrek finale kalma olasılığının olması bize bazı mesajlar veriyor. Angola'nın üst üste ikinci kez ikinci tura yükselmesi, genç olarak tabir edilen Çin'in bir galibiyet ile bu tura ulaşması, 3 takımın gruplarda oynadığı tüm maçları kazanarak rakiplerine mesaj vermesi, ayak oyunlarının eşleşmelerde bir kez saha önemli rol üstlenmesi eleme maçları öncesinde dikkat çekilmesi gereken noktalar.

Tek tek eşleşmeleri değerlendirecek olursak;

Sırbistan - Hırvatistan :

Yugoslavya öncesi döneme kadar dayanan bir rekabet var bu iki takım arasında. Tabii ki güçlü ve favori olan taraf Sırbistan. Milos Teodosic ve Nenad Krstic'in de cezalarının bittiğini düşünürsek, rahatlıkla Hırvatistan'ın işi zor diyebiliriz. Zaten grup aşamasında iyi sinyaller vermeyen Hırvatlar, rakipleri karşısında son kurşunlarını atacaklardır ancak bence turu Sırbistan geçer.


İspanya - Yunanistan :

İspanya'nın iki sürpriz mağlubiyet alması, Yunanistan'ın Türkiye'ye yenilmesi çapraz eşleşecek iki grupta ayak oyunlarının dönmesine sebep oldu. Acaba Lübnan'a kaybeder mi dediğimiz İspanya, maçlarını kazanarak ikinci olurken, İspanya'dan kaçmaya çalışan ve bu yolda Rusya'ya yenilen Yunanistan grup üçüncüsü oldu. Dolayısıyla son Dünya Şampiyonası finalistleri daha ikinci turda eşleşmiş oldu. İki takımda formsuz ve eski gücünde gözükmüyor. İspanya'yı sadece bir kere izleme fırsatım oldu, Yunanistan'ı ise 5 defa canlı olarak izledim. Hayatımda gördüğüm en kötü Yunanistan'lardan birini izledim gerçekten. 2 maçını son anda kazanan iki maçını kaybeden Yunanlılar bana hiç umut vermiyor. İspanya turu geçer.

Türkiye - Fransa :

Sürpriz bir galibiyet ile turnuvaya başlayan Fransa, bu başarının arkasını getiremedi. Grupta Litvanya ile oynadıkları maç onlar için turnuvanın gidişatı açısından belirleyici oldu. O gün kazansalar birinci olacakken bugün bilerek farklı kaybederek dördüncü oldular. Ancak bizim açımızdan korkulacak bir durum yok. Ha, Fransa Yeni Zellanda'ya yenilmesine rağmen daha iyi değil mi derseniz, daha iyi derim. Ancak bizi zorlayacak bir oyun stilleri yok. Mesela şuta dayalı sistemde oynamıyorlar. Bize benzer set hücumunu tercih ediyorlar. Litvanya, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan gibi ekipler bize ters gelecek mentalitede takımlar, o yüzden bu eşleşmede Türkiye'yi avantajlı görüyorum. Ankara Arena'da görevini lâyıkıyla yapan Ankara seyircisi, bu bayrağı İstanbul seyircisine bıraktı. Seyirci desteği ile ben turu geçen tarafın Türkiye olacağını düşünüyorum.


Slovenya - Avustralya :

İki takım da grup aşamaları öncesinde, turnuvada sürpriz yapabilecek takımlar kategorisindeydi. Slovenya bu unvanını korurken, Avustralya rütbesini çizdirdi. Gruptaki Arjantin ve Sırbistan'a göre daha geri planda kaldı ve üçüncü oldu. Slovenya ise Amerika dışında yenilgi almadı zor grupta. Brezilya ve Hırvatistan'ı yenmeyi başardılar. Şahsen iki takımında(Slovenya-Türkiye) tur atlaması durumda, bize karşı da favori olarak gördüğüm Slovenya'nın Avustralya'yı yenerek üst tura adını yazdıracağını düşünüyorum.


A.B.D - Angola :

Fazla söze gerek eşleşme hakkında. Angola ilk gün 50 sayılık mağlubiyetin ardından çok iyi toparlandı ve 2 galibiyet alarak Afrika'nın gururu oldu. Üst üste ikinci defa bu başarıyı yakalayan Angola, görevini başarıyla yerine getirdi. Kısa bir İstanbul turundan sonra, onları Luanda uçağı bekliyor olacak.


Rusya - Yeni Zellanda :

8 eşleşme içerisinde, en çekişmeli geçmesini beklediğim iki  maçtan biri Rusya - Yeni Zellanda maçı olacak. Hani 8 takımın hepsinin çeyrek finale yükselmesini bekliyorum derken bu eşleşmedeki favori takımım Rusya idi. Ancak sürpriz sonuçlar alan Yeni Zellanda belki bir çelme takabilir Rusya'ya. Timofey Mozgov, Sasha Kaun ve Sergei Bykov üçlüsü durdurulursa Yeni Zellanda tura yakın taraf aksi takdirde çeyrek final biletini Rusya alır.

Litvanya - Çin :

Sanırım A.B.D - Angola eşleşmesinden sonra tahmin edilmesi en kolay eşleşmesi bu. Çin, aynı Angola gibi görevini tamamladı. Zaten yardımcı koç Selçuk Ernak'ın da dediği gibi Çin'in asıl hedefi 2012 Olimpiyatları. Bu turnuvayı geçiş amaçları görüyorlar. Yi Jianlian ve Wang Zhi Zhi, son grup maçında dinlendirildi. Ancak bu dinlendirme Çin'in şansını Litvanya önünde arttır mı derseniz, maalesef hayır derim. Çin kafilesi Pekin biletleri önceden ayırtırsa yararlı olur kanısındayım.


Arjantin - Brezilya :

Derbi maç anlamını taşıyan ikinci tur maçı, en güzel atmosferde oynanacak maçlardan biri olabilir.  Arjantin ve Brezilya birbirine denk güçte takımlar. Ancak unutulmamalı ki Arjantin tecrübe olarak turnuvanın ağabeyi konumunda. Luis Scola ve Carlos Delfino gibi iki üst düzey silahı var Arjantin'in. Brezilya ise Amerika maçında dikkatleri üzerine topladı. Pota altı, eksiklere rağmen muhteşem bir ekip. Rusya - Yeni Zellanda eşleşmesi ile birlikte sonucu kestirilmesi zor olan bir eleme maçı olacak. Ben son anda fikir değiştirerek Brezilya diyorum.


4 Eylül Cumartesi 


18:00 Sırbistan (A1) - Hırvatistan (B4)
21:00 İspanya (D2) - Yunanistan (C3)

5 Eylül Pazar


18:00 Slovenya (B2) - Avustralya (A3)
21:00 TÜRKİYE (C1) - Fransa (D4)

6 Eylül Pazartesi


18:00 ABD (B1) - Angola (A4)
21:00 Rusya (C2) - Yeni Zelanda (D3)

7 Eylül Salı


18:00 Litvanya (D1) - Çin (C4)
21:00 Arjantin (A2) - Brezilya (B3)



*Final grubu maçlarının tamamı Sinan Erdem Spor Salonu'nda oynanacaktır.

Ankara Arena İzlenimleri #8


Evet, bugün yazı dizisinin kapanış yazısını yazıyorum. İçimde hem hüzün hem de sevinç var. Bir daha canlı maç seyredememek üzüntüye neden olurken, milli takımı en iyi şekilde Ankara'dan uğurlamak da bana mutluluk veriyor.

Günün maçlarını kısa kısa değerlendirerek kapanış bölümüne geçmek istiyorum. Porto Riko - Fildişi Sahilleri arasında oynanan maçta yarı uyukluyordum, yarı izliyordum ki baktım maç heyecanlı geçiyor. Tabii ki maçın heyecan verici olmasının sebebi Fildişi Sahilleri'nin Porto Riko önünde maçı sürekli önde götürmesiydi. Bir an için Porto Riko'nun kendilerini yakalamalarına izin vermediler. Hatta son bölümde gerekli farkı yakalayarak gruptan çıkmayı bile düşündüler ancak başaramadılar. Son günde Ankara Arena'da büyük alkış topladılar.

Yunanistan - Rusya maçı için bilet alan seyirciler büyük hayal kırıklığına uğradı diyebilirim. Maçın nasıl gelişeceği, maçı kimin kazanacağı her halinden belliydi. Ioannis Bourousis, Diamantidis, Spanoulis'in hiç keyfi yerinde değildi veya bize öyle gözükmek istiyorlardı. Bildiğiniz üzere Yunanistan bu tür ayak oyunlarının dünyadaki bir numarası. Bu maçı Rusya'ya kaybedip, İspanya'dan kurtulmak için her şeyi yapacaklarını herkes biliyordu. Ancak Yunanistan kendi üzerine düşen görevi yerine getirse de, İspanya'dan kaçmayı başaramadı. Bu sefer yaptıkları basketbol mahkemesinde cezalandırıldı.

Türkiye, Ankara Arena'daki son maçına çıktı bugün. Gruptan çıktığını bilen Çin ise önemli iki oyuncusunu, Yi Jianlian ve Wang Zhi Zhi'ye süre vermedi. Dolayısıyla bu iki oyuncunun olmadığı bir Çin neredeyse bir okul basketbol takımı gibiydi. İlk çeyrekte 6, ikinci çeyrekte attıkları 7 sayı zaten her şeyi ortaya koyuyor. Gösteri maçı havasında geçen maçta Türkiye, Kerem Gönlüm, Kerem Tunçeri, Ersan İlyasova ve Ömer Onan'ı dinlendirdi. Hidayet'e ise sadece ilk çeyrekte süre verdi Tanjevic. Bogdan Tanjevic demişken, kendisi bugün salonda alkışlandı ve yıllar sonra Türk seyircisi ile arasındaki ilişkiler pozitif yönde oldu. Ayağa kalkarak bizi selamladı tecrübeli koç. 47 sayılık farkı ise maçı analiz etmeye gerek olmadığını gösteren diğer bir faktördü.

12 gün boyunca Ankara Arena'ya 8 kere gittim. 21 maç izledim, bunların 8'i Türkiye'nin maçlarıydı. Salona ulaşım için 16 lira ödedim. Yemek için 80 lira ödedim. Tişört ve diğer yan masraflar için 40 lira daha çıktı cebimden. 12 günün sonunda Ankara Arena macerası için toplam 420 lira ödedim. Geriye ne kaldı diye sorarsanız, 8 tane anı olarak kalacak Ankara Arena yazısı ve 50 yılda bir Türkiye'ye gelecek bir organizasyonu izlemenin verdiği keyif diyebilirim.

Şampiyona ile ilgili tüm ayrıntılar önümüzdeki saatler içerisinde EmreCeSpor'da olacak, takipte kalınız.

Günün Sonuçları :

A Grubu :

Sırbistan 84 - 82 Arjantin
Angola   55 - 76 Avustralya
Ürdün     73 - 91 Almanya

B Grubu :

Tunus       57 - 92 Amerika Birleşik Devletleri
Slovenya  65 - 60 İran
Brezilya     92 - 74 Hırvatistan

C Grubu :

Porto Riko 79 - 88   Fildişi Sahilleri
Yunanistan 69 - 73 Rusya
Türkiye        87 - 40 Çin

D Grubu :

İspanya 89 - 67 Kanada
Lübnan  66 - 84 Litvanya
Fransa    70 - 82 Yeni Zellanda

Perşembe, Eylül 02, 2010

Ankara Arena İzlenimleri #7


Bugün daha çok parke üzerindeki oyun hakkında yazacağım. Çünkü parke üzerindeki basketbol dışında bugün Ankara Arena'da sönük bir hava vardı. Buna birçok neden gösterebiliriz tabii. Dün oynadığımız Yunanistan maçı, herkeste adrenalinin en üst seviyeye vurmasını sağladı. Artık rakibimiz Porto Riko deyince insanlara, "Yeneriz be ağbi." mantığı oluştu. Zaten en önemli yanlış da buydu.

Günün ilk iki maçına değindikten sonra Türkiye maçı ile ilgili birkaç şey söyleyelim. Eve geldiğimde adını bir an için unuttuğum ilk maç Yunanistan ile Fildişi arasında oynandı. Maçın kimler arasında oynandığını unutmam biraz normaldi. Sönük ve tatsız bir havada geçen maçta, bir de fark erkenden açılınca maç, dakikalar geçtikçe sıkıntı vermeye başladı. Son periyotta şov beklentisi ile izlediğimiz mücadeleden bunu da alamayınca, aklımda "zaman kaybıydı ya." düşüncesi oluştu. Bir ara arkadaşlarımla fark 60 olur diye tartıştığımız maç hakkında fazla konuşmaya gerek yok sanırım.

Günün ikinci maçında gözler bu kez Rusya ile Çin arasında oynanacak maça çevrilmişti. Bakın bu maçın kimler arasında oynandığını şak diye hatırladım. Ancak diğer günlerin aksine bu sefer de kaç kaç bittiğini hatırlamıyorum. "Bu ne lan, adam sarhoş mu demeyin." gerçekten konsantre olunabilecek maçlar değildi, bugün oynananlar. Bugün için Türkiye maçına odaklanmıştık. Ha enteller gibi de yerimizden kalkıp gitmedik, adam akıllı oturduk maçımızı izledik. Ancak bu maçlar benim hafızamda pek fazla bir şey bırakmadı. Maç boyunca Çin, hep bir adım gerideydi. Ya iki sayı ya üç sayı geriden takip ediyordu Rusya'yı. Ne zaman maçta son üç dakikaya girildi, Rusya bir "Yeter be!" dedi ve maçı kopardı. Maçı koparırken de fazla bir sorun yaşamadı. Dediğimiz gibi Rusya kazanması gereken maçları kazanıyor, kaybetmesi gereken maçları kaybediyor şu ana kadar. Gruptaki ve turnuvadaki geleceklerini yarın oynayacakları Yunanistan maçı belirleyecek. Ancak ben Rusya'dan bu karşılaşma için umutlu değilim.

Gelelim günün assolistine. Yunanistan maçındaki atmosfer, herhalde Ankara Arena tarihinde bir daha zor olur. O nedenle ne kadar seyirci gelse de "Bugün az seyirci, bugünkü seyirci ateşli değil." diyeceğiz. O yüzden taraftar konusuna girmek istemiyorum, bence iyiydik. Saha içine dönmeden önce taraftarın favori oyuncusu değişti diyebilirim. Artık en fazla çığlık Hidayet'e değil de, Ersan İlyasova'ya kopuyor. Tabii ki günlük olaylara bağlı yaşayan halkımız, maç çıkışında hadi kibarlaştırarak söyleyeyim "Bu Ersan çok havalı ya." diyebiliyor. Yarın Çin maçından sonra Ersan'ı vatan haini ilan edersek şaşırmayın. Maça dönecek olursak, ilginç ve son periyoduna kadar geride götürdüğümüz bir maçtı. Porto Riko maçın her anında bizden daha iyiydi. Hem Vassalo, Carmelo Lee ve Peavy ile buldukları dış skor gücü ile hem de içeriden Peter Ramos ile buldukları sayılar ile bizden üstün bir oyun sergilediler parkede. Ancak bu maçta büyük takım olma yolunda olduğumuzu gösterdik. Ne kadar kötü oynasak da maçı öyle ya da böyle kazanmayı bildik. Biraz Vatan Millet Sakarya üçlemesi ile de maçı oynasak da bu galibiyet bizim için çok önemliydi. Porto Riko cephesinden bakacak olursak, turnuvada 5 günde 4 kere iyi basketbol oynadılar ancak sadece 1 galibiyet alabildiler. Yunanistan, Türkiye ve Rusya maçlarının sonunda yaptıkları veya onlara karşı yapılan hakem hataları, Porto Riko'nun turnuvadaki geleceğini çizdi diyebiliriz.

Şimdi C grubunu birinci bitirmeyi garantiledik. Önümüzdeki rakip Çin değil, D grubunun dördüncüsü, büyük ihtimalle Yeni Zellanda. Ancak turnuva fikstürüne genel olarak bakacak olursak, bugün Slovenya'nın Brezilya'yı yenmesi ile çeyrek finaldeki rakibimiz ufukta gözüktü. Bize çok ters gelen bir ekip Slovenler. Çeyrek final gibi bir eşikte böyle bir rakiple karşılaşmak kötü olacak, hadi hayırlısı.

Günün Sonuçları : 

A Grubu :

Arjantin   88 - 79 Ürdün
Almanya  88 - 92 Angola
Sırbistan  94 - 79 Avustralya

B Grubu :

Slovenya     80 - 77 Brezilya
İran               51 -  88 Amerika Birleşik Devletleri
Hırvatistan  84 - 64  Tunus

C Grubu :

Fildişi Sahilleri 50 - 97 Yunanistan
Çin                     80 - 89 Rusya
Türkiye             79 - 77 Porto Riko

D Grubu :

İspanya   91 - 57 Lübnan
Litvanya  69 - 55 Fransa
Kanada    61 - 71 Yeni Zellanda


  ©EmreCeSpor - Todos os direitos reservados.

Template by Dicas Blogger | Topo